12 Haziran 2020 Yazısı

TOPLUM SÖZLEŞMESİ...
Fransız ihtilalinin fikri alanda ateşleyici gücü sayılabilecek j.j. rousseau'nun 1762 basım tarihli eseri. siyasi sistemin eşitlik ve özgürlük temellerinde başarılı olabilmesi için en iyi yöntemin toplum sözleşmesi olduğu tezini ortaya atmıştır. bu sözleşme, kabuğu toplumdan topluma farklılık göstermekle beraber, içeriği genel istem çerçevesinde yani toplumun ortak talepleri doğrultusunda, toplumu eşitlik ve özgürlük (sınırlanmış bir özgürlük) ve huzura götürecek maddeler içermektedir. kitap özünde daha geniş kapsamlı planlanmış fakat yarım bırakılmıştır. ilerleyen yıllarda tekrar düzenlenerek bu isimle baskısı yapılmıştır. yayınlandığı yıllarda fransa'da yasaklanmış bir eserdir. eser 4 bölümden oluşur, birinci kitapta terim tanımları ve insanın toplum adına kabulleri ile toplum sözleşmesinin girişi gibi konular işleniyor, ikinci kitapta egemenlik, egemen güç, genel istem, yasalar gibi konular ele alınmış, üçüncü kitapta devlet, sistemler, sürdürülebilirlik meseleleri inceleniyor(en geniş işlenen ve üzerine en çok tartışılabilecek kısım olabilir), dördüncü kitap eski romadan başlayarak insan dini ile son buluyor. rousseau özünde cumhuriyetçi bir yazar olmakla beraber, toplum sözleşmesi eserinde belli bir siyasi düzeni savunmamış, döneminde var olan yönetim biçimlerinin demokrasi, monarşi ve aristokrasi altında eleştirisini yapmıştır. "eğer tanrılardan oluşan bir halk olsaydı, demokratik olarak yönetilirdi." lafı ile demokrasinin de uygulamada zayıf olacağından bahsetmiştir(bu konuda farklı yerlerde açıklamaları var ama en iyi özetleyecek cümle bu olduğu kanısındayım). doğal insanı ve çağını insanlığın en iyi dönemi olarak ele almıştır. burada, doğal insan tanımı adına şahsi kanaatim, ilkel, hayvansı insan değildir, devletin ortaya çıkmadığı basit topluluklar dönemidir. insanın özünde birey olarak merhametli ve iyi olduğunu fakat toplum içerisinde, bir başla birlikte insanın kötüye yöneldiğini savunur. rousseau toplumların bulundukları coğrafyaya, kültürlerine, iklimlerine göre siyasi ve ekonomik yapılanmayı oluşturmaları gerektiğini öğütlemiş, barbar toplumların kendi hallerinde bırakılması gerektiğini, onların bu düzende daha mutlu olduklarını savunmuştur. lüksün, zenginliğin ve toplumda bireyler arası ekonomik uçurumun toplumları kötüye götürdüğünü, vergilerin de azlık çokluğundan ziyade halka ne kadar geri döndüğünün önemli olduğunu söyler. rousseau toplumun etkili ve iyi bir düzene, ortak değer yargıları ile hareket edip kendi adına iyiyi istemesi ile ulaşabileceğini ve bunları yaparken en önemli gereksiniminin erdem olduğunu ileri sürer. montesquieu, hobbes, macchiavelli gibi yazarlardan ve eski romadan etkilenmiştir. okunması şart olan bir kitap olduğunu düşünüyorum.

Kitaptan alıntılar:
Niyetim, insanları oldukları gibi, yasaları da olabilecekleri gibi ele alıp, toplum düzeninde güvenilir ve haklı bir yönetim kuralı bulunup bulunamayacağını araştırmaktır. bu araştırmada, adalet ile fayda birbirinden ayrı düşmesin diye, hakk onayladığını çıkarın gerektirdiğiyle uzlaştırmaya çalışacağım. önemini ispatlamaksızın giriyorum konuma. bana, “sen kral mısın, yoksa yasacı mısın ki, politika üstüne yazı yazıyorsun?” diye soracaklara vereceğim karşılık şudur: ben ne kralım, ne de yasacı; onun için politika üstüne yazıyorum ya! hükümdar ya da yasacı olsaydım, ne demek gerektiğini söyleyip vaktimi boşuna harcamaz, ya yapacağımı yapar ya da susardım. savaş insanın insanla değil, devletin devletle olan bir ilişkisidir ve bu ilişkide tekler birbirlerine yalnız rasgele düşmandırlar, savaşın amacı düşman devletin yok edilmesi olduğu için, karşı tarafın, bu devleti koruyanları, ellerinde silah olduğu sürece öldürme hakkı vardır ama, silahları bırakıp da teslim olunca, artık düşman ya da düşmanın aracı olmaktan çıkar, sadece birer insan olurlar. o zaman onların yaşamı üstünde hiç kimsenin hakkı kalmaz. üyeleri ona, edilgin olduğu zaman devlet (état), etkin olduğu zaman egemen varlık (souverain), öbür devletler karşısında da egemenlik (puissance) diyorlar. ortaklara gelince, onlar bir birlik olarak halk, egemen gücün birer üyesi olarak teker teker yurttaş, devletin yasalarına boyun eğen kişiler olarak da uyruk adını alırlar. ne var ki, bu terimler çoğu zaman birbirine karışır ve biri öbürü yerine kullanılır; belirlice kullanırken bunları birbirinden ayırt edebilmeyi bilmek gerekir. insanın toplum sözleşmesiyle yitirdiği şey, doğal özgürlüğü ile isteyip elde edebileceği şeyler üzerindeki sınırsız bir haktır. kazandığı şeyse, toplumsal özgürlükle, elindeki şeylerin sahipliğidir. bu denkleştirmede yanılmamak için, sınırını kişinin gücünde bulunan doğal özgürlüğü halkın oyuyla sınırlı toplum özgürlüğünden; kaba gücün ya da ilk oturma hakkının bir sonucu olan elde bulundurmayı, gerçek bir yetkiye dayanan sahiplikten ayırt etmek gerekir. yukarıda söylenenlere, yani insanın toplum halinde elde ettiklerine, insanı kendi kendisinin efendisi yapan “manevi” özgürlüğünü ekleyebiliriz: çünkü salt isteklerin itisine uymak kölelik, kendimiz için koyduğumuz yasalara boyun eğmekse özgürlüktür. ama bu konuda gereğinden çok konuştum; özgürlük sözünün felsefe anlamı da zaten konumun dışında kalmaktadır. devlete adadıkları yaşamları bile bu sayede sürekli olarak korunmaktadır ve devleti savunmak için yaşamlarını tehlikeye attıkları zaman, ondan aldıklarını yine ona vermekten başka bir şey mi yapıyorlar? bu yaptıklarını doğal yaşama döneminde, yaşamlarını korumaya yarayan şeyi savunma uğrunda canlarını tehlikeye sokarak kaçınılmaz savaşlara giriştikleri doğal yaşama döneminde devlete adadıkları yaşamları bile bu sayede sürekli olarak korunmaktadır ve devleti savunmak için yaşamlarını tehlikeye attıkları zaman, ondan aldıklarını yine ona vermekten başka bir şey mi yapıyorlar? bu yaptıklarını doğal yaşama döneminde, yaşamlarını korumaya yarayan şeyi savunma uğrunda canlarını tehlikeye sokarak kaçınılmaz savaşlara giriştikleri doğal yaşama döneminde daha sık, hem daha da tehlikeli bir biçimde yapıyor değiller miydi? elbette gereğinde herkes yurdu uğruna savaşmak zorundadır, ama artık kimse kendisi için dövüşecek değildir. yurttaş yasanın “atıl!” dediği tehlike üstüne yargı yürütemez artık ve hükümdar da, “devlet için çıkar yol senin ölmendir.” dediği zaman, yurttaş ölmek zorundadır. çünkü o zamana kadar güvenlik içinde yaşadıysa, bu koşulun gölgesinde yaşamıştır ve artık yaşamı yalnız doğanın bir nimeti değil, devletin koşullu bir armağanıdır. canilere verilen ölüm cezası da aşağı yukarı aynı açıdan ele alınabilir: adam öldürünce ölmeye katlanmamız, bir katilin kurbanı olmamak içindir. bu anlaşma ile kendi yaşamımızı dilediğimiz gibi kullanmaktan çok, onu güvenlik altına almayı düşünürüz. anlaşmayı yapanlardan hiçbirinin, onu yaparken, kendini astırmayı tasarladığını da düşünemeyiz. yasalar, toplum halinde birleşmenin koşullarından başka bir şey değildir aslında. yasalara boyun eğen halk, onları koyan halkın kendisi olmalıdır. toplum koşullarını düzenlemek birleşenlerin işidir. özgürce yapılan her iş iki etkenden doğar: biri ruhsal etken, yani işi belirleyen, tanımlayan istem; öbürü maddesel etken, yani işi gerçekleştiren güç. bir nesneye doğru gittiğim zaman, önce ona gitmek istemekliğim gerekir, sonra da ayaklarımın beni ona götürmesi. bir kötürüm koşmak istese, çevik bir adam da istemese, ikisi de oldukları yerde kalırlar. politik bütünde de aynı etkenler vardır: güç ile istem onda da birbirinden ayrılır. isteme yasama gücü, güce de yürütme gücü denir. bunların ikisi birleşmedikçe politik bütünde hiçbir şey yapılamaz, yapılmamalıdır da. öyle bir etken ki, ruhla beden birleşmesinin insanda yaptığını kamusal varlıkta yapsın. işte, devlet içinde hükümetin varlığının temeli budur. öyleyse hükümet nedir? yurttaşlarla egemen varlığın karşılıklı ilişkilerini sağlamak amacıyla kurulmuş, gerek yasaları yürütmek, gerekse politik ve toplumsal özgürlükleri sürdürmekle görevli, aracı bir bütündür. egemen varlık yönetmeye, yönetici yasamaya, yurttaşlar da yasayı hiçe saymaya kalkıştılar mı, düzen yerini karışıklığa bırakır. güçle istem artık birlikte yürümez olur, devlet de ya zorbalığa kaçar ya da anarşiye. devlet kendiliğinden, hükümetse ancak egemen varlıkla birlikte vardır. onun için hükümdarın üstün istemi, genel istemden ya da yasadan başka bir şey değildir ve olmamalıdır; gücü de kendinde toplanan kamu gücüdür sadece: kendi başına mutlak ve bağımsız bir işlemde bulundu mu, bütünün bağları gevşemeye başlar. son olarak, hükümdar egemen varlığın isteminden daha etkin bir isteme sahip olursa, bu özel isteme uymak için kendi eli altında bulunan kamu gücünü kullanırsa ve bundan da biri hakka, biri de olaylara dayanan iki egemen varlık doğarsa, o zaman toplumsal birlik ortadan kalkar ve politik bütün dağılıp gider. hükümetin elindeki bütün güç, her zaman devletin gücü olduğu için, hiçbir zaman değişmez. bundan da şu sonuç çıkar: hükümet, bu gücü kendi üyeleri üzerinde ne kadar az kullanırsa, halkın tümü üzerinde kullanılacak gücü de o ölçüde azalır. öyleyse yöneticiler ne kadar çok olursa, hükümet o kadar güçsüz olur. öyle ki, hükümette her üye önce birey, sonra yönetici, en sonra da yurttaştır. bu, toplum düzeninin gerektirdiği derecelendirmenin doğrudan doğruya tersidir. bu gerçek ortaya konduktan sonra diyebiliriz ki, hükümetin baştan başa bir tek kişinin elinde bulunması halinde, özel istemle bütünün istemi birleşmiş ve sonunda bütünün istemi güç bakımından en yüksek noktasına erişmiş olur. imdi, devlet gücünü kullanmak istem derecesine bağlı olduğuna ve hükümetin mutlak gücü de hiç değişmediğine göre, hükümetlerin en etkini bir kişinin elinde bulunanıdır. ben burada hükümetin doğruluğundan değil, görece gücünden söz ediyorum sadece. çünkü yönetici sayısı ne kadar çok olursa, bütünün istemi genel isteme o kadar yaklaşır. oysa bir tek yöneticinin yönetiminde bütünün bu istemi, yukarıda da söylediğim gibi, özel bir istemden başka bir şey değildir. böylece bir yandan kazanılan öbür yandan yitirilir. yasacının asıl ustalığı, karşılıklı ilişkide olan hükümet gücü ile hükümet isteminin devlete en yararlı olduğu ölçüde birleşecekleri noktayı bulabilmektedir. egemen varlık yönetim görevini bütün halka ya da halkın büyük bir bölüğüne bırakabilir: öyle ki, yönetici yurttaşların sayısı öbür yurttaşların sayısını aşar. bu çeşit yönetime demokrasi denir. ya da egemen varlık, yönetim işini bir azınlığın eline bırakır. öyle ki, yurttaş sayısı yönetici sayısından çok olur. bu türlü yönetime de aristokrasi adı verilir. son olarak, egemen varlık yönetimi tek bir yöneticinin eline bırakır. bütün öbür görevliler yetkilerini ondan alırlar. bu üçüncü biçim en yaygın yönetim biçimidir. bunun adına da monarşi ya da krallık yönetimi denir. şunu da ekleyelim ki, hiçbir yönetim demokrasi ya da halk yönetimi kadar iç savaş ve karışıklıklara elverişli değildir. çünkü demokrasi kadar durmadan biçim değiştirmeye alabildiğine kayan, varlığını korumak için de daha çok uyanıklık ve yiğitlik isteyen hiçbir yönetim yoktur. böylesi bir kuruluş içinde yurttaş güçlenmeli, diretme kazanmalı, bir tanrılar ulusu olsaydı, demokrasi ile yönetilirdi. böylesi olgun bir yönetim insanların harcı değil. demek, üç çeşit aristokrasi var: doğal, seçime bağlı ve soydan geçme aristokrasi. birincisi basit halklara uygun gelir. üçüncüsü, yönetimlerin en kötüsüdür. ikincisi ise en iyisidir; gerçek anlamda aristokrasi budur çünkü. seçime bağlı aristokrasinin, iki gücün birbirinden ayrı olması dışında, üyelerinin seçkin olması gibi bir üstünlüğü vardır. çünkü halk hükümetinde bütün yurttaşlar devlet yöneticisi olarak doğar, ama aristokrasi hükümeti ise, sadece bir avuç insanı yönetici yapar; onlar ancak seçim yoluyla yönetici olurlar[24]; bu yolda doğruluk, bilgi, görgü, halkın tercih ve saygısını çeken bütün öbür nedenler, halkın akıllıca yönetilebileceğine birer güvencedir. ayrıca, toplantılar daha kolay yapılır. işler daha iyi tartışılır, daha düzenle, daha çabuklukla görülür. yabancı ülkelerde devletin saygınlığını değerli senatörler, tanınmamış ya da hor görülen halk yığınından çok daha iyi korurlar. kısacası, bilge kişilerin halk yığınını yönetmesi en iyi ve en doğal bir düzen gereğidir; kendi çıkarları için değil, halkın yararı adına yönettiklerine kimsenin kuşkusu olmadığı sürece. boş yere yönetim araçlarını artırmamalı, yüz seçkin insanın başarabileceği işi yüz bin kişiye yaptırmamalıdır. ama şu da unutulmamalı ki, burada bütünün çıkarı genel isteme, kamu yararına pek de uymayan bir yön vermeye başlar; kaçınılmaz bir başka eğilim de, yürütme gücünün bir parçasını yasalardan çekip almaktır. ama hiçbir hükümet bundan daha güçlü olmadığı gibi, özel istemin daha baskın çıktığı ve öbür istemleri daha kolaylıkla avucunun içine alabildiği bir başka hükümet de yoktur. her şey aynı amaca yönelmekle birlikte, bu amaç hiç de halkın mutluluğunu gözetmez. yönetim gücü de devletin zararına işler durur. hükümdarlar kendilerine en doğrudan yarar sağlayan ilkeyi üstün tutarlar. işte, eşmuil’in ibranilerin gözleri önüne koyduğu, machiavelli’nin de açıkça gösterdiği buydu. machiavelli krallara ders verir gibi görünerek, uluslara büyük öğütler vermiştir. il principe adlı yapıtı cumhuriyetçilerin kitabıdır. halkla hükümet arasında uzaklık ne kadar artarsa, vergiler de o ölçüde ağırlaşır. bundan ötürü halk, demokrasilerde en hafif vergi yükü altındadır; aristokraside daha ağır, monarşideyse en ağır yükü taşır. demek, monarşi yalnız çok varlıklı uluslara, aristokrasi varlık ve büyüklükçe orta halli devletlere, demokrasi de küçük ve yoksul devletlere elverişlidir. demek, zorba bir yönetimin üstünlüğünü sağlayan şey, uzaklardan etkide bulunmaktır. kendine sağladığı dayanak noktaları sayesinde hükümetin gücü uzaklardan etkili olur, tıpkı kaldıracın gücü gibi. devlet ortadan kalktığı zaman, biçimi ne olursa olsun, hükümetin kötüye kullanılmasına genel olarak anarşi denir. bir ayrım yaparsak görürüz ki, demokrasi bozulunca ochlocratie, aristokrasi de oligarchie olur. buna, krallığın da yozlaşarak tiranlığa dönüştüğünü ekleyeceğim: ama tiranlık ikircil anlamlı bir sözcüktür, açıklanmak ister. tiran, halk dilinde, hakka ve yasalara aldırış etmeksizin zorbaca yöneten bir krala denir. açık ve kesin anlamındaysa, tiran haksız olarak krallık gücünü eline geçiren bir kişidir. yunanlılar bu sözcüğü bu son anlamda alırlardı: iyi kötü ayrımı yapmadan, güçleri hakka dayanmayan bütün hükümdarlara tiran derlerdi. aynı şeylere aynı adı vermek gerekirse, krallık gücünü zorla ele geçirene tiran, egemen gücü zorbalık ve düzenle kendine mal edene de despot diyeceğim. tiran, yasalara göre yönetme hakkını yasalara aykırı olarak kendine mal eden kimsedir. despot ise, kendini yasaların üstüne çıkaran kişidir. demek ki, tiran despot olabilir; despot ise her zaman tirandır. halk egemen bir bütün olarak yasaya uygun biçimde toplanır toplanmaz, hükümetin her çeşit yargı hakkı ortadan kalkar, yürütme gücü artık işlemez ve herhangi bir yurttaşın varlığı en büyük yöneticininki kadar kutsal ve dokunulmaz olur. çünkü temsil edilenin bulunduğu yerde temsil diye bir şey kalmaz. egemenlik hangi nedenlerden ötürü başkasına aktarılamazsa, yine aynı nedenlerden temsil de edilemez. egemenlik başlıca genel isteme dayanır, genel istemse temsil olunamaz; ya genel istemdir, ya değildir. ikisinin ortası olamaz. buna göre, milletvekilleri milletin temsilcileri değildirler ve olamazlar. olsa olsa geçici işlerinin görevlileri olabilirler; hiçbir kesin karara da varamazlar. halkın onamadığı hiçbir yasa geçerli değildir, yasa sayılmaz. ingiliz halkı kendini özgür sanıyorsa da aldanıyor, hem de pek çok; o ancak parlamento üyelerini seçerken özgürdür: bu üyeler seçilir seçilmez, ingiliz halkı köle olur, bir hiç derekesine iner. kısa süren özgürlük anlarında, özgürlüğünü o kadar kötüye kullanır ki, onu yitirmeyi hak eder. temsilci seçme düşüncesi yenidir. bu düşünce bize, derebeylik yönetiminden, insan soyunu alçaltan ve insan adını lekeleyen o çok haksız ve saçma yönetimden geçmiştir. eski cumhuriyetlerde, hatta monarşilerde bile, halkın hiçbir zaman temsilcisi yoktu; halk bu sözcüğü bilmezdi bile. ne olursa olsun, bir ulus kendine temsilciler seçer seçmez, özgürlüğünü de, varlığını da yitirmiş olur. öyleyse hükümetin kurulmasını sağlayan işlemi hangi kavrama göre düşüneceğiz? önce şunu söyleyelim ki, bu işlem karmaşıktır ya da iki ayrı işlemden oluşmuştur: yasa koyma ve onu yürütme işlemi. hükümet kurma işi hiçbir zaman bir sözleşme işi değil, bir yasa işidir. yürütme gücünü ellerinde tutanlar da halkın efendileri değil, görevlileridir; halk istediği zaman onları işbaşına getirir, istediği zaman da işten uzaklaştırır. onların işi sözleşme yapmak değil, boyun eğmektir; devletin kendilerine yüklediği görevi kabul etmekle de, yalnız yurttaşlık ödevlerini yapmış olurlar; koşullar üstünde tartışmaya hakları yoktur. yukarıda sözünü ettiğim sürekli halk toplantıları, bu kötülükleri önlemeye ya da geciktirmeye yarar. hele bunlar toplanmak için açıkça çağrılmaya gereksinim göstermezlerse. çünkü o zaman hükümdar yasaları hiçe saydığını ve devlete düşman olduğunu açığa vurmaksızın bu toplantıları yasak edemez. toplum sözleşmesinin korunmasından başka amaçları olmayan bu toplantılar her zaman iki önerme ile –ortadan kaldırılamayan ve ayrı ayrı oya konan– iki önerme ile açılmalı: birincisi: egemen varlık hükümetin bugünkü biçimini sürdürmek isteğinden midir? ikincisi: halk, hükümetin yönetimini bu görevi yüklenmiş olanlara bırakmak niyetinde midir? başlangıçta insanların tanrılarından başka kralları, dine dayanan yönetimden başka yönetimleri yoktu. tıpkı caligula gibi düşünmüşlerdi ve o zaman için düşünceleri yerindeydi. insanın, benzerini kendine efendi diye kabul edebilmesi ve bunun yararlı olacağı umuduna kapılabilmesi için, düşünce ve duygularında uzun bir değişiklik olması gerekir. her politik toplumun başına bir tanrının konulmuş olması, ortaya ulus sayısı kadar tanrı çıkmasına yol açmıştır. birbirine yabancı ve hemen her zaman düşman olan iki ulus, uzun süre aynı varlığı efendi olarak tanıyamamışlardır: birbiriyle çarpışan iki ordu da aynı başın buyruğunda olamazlardı. böylece ulus ayrılığından çoktanrıcılık doğdu, bundan da, aşağıda anlatılacağı üzere, dinsel ve toplumsal hoşgörüsüzlük doğdu ki, bunların ikisi de aynı kapıya çıkar.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

8 Mart 2022 Yazısı

13 Eylül 2024 Yazısı

11 Ağustos 2024 Yazısı