1 Temmuz 2025 Yazısı
SİBER TOTALİTARİZM: DİJİTAL GÖZETİM REJİMLERİ VE OTORİTERLEŞME
GİRİŞ
21.yüzyılın siyasal ve toplumsal dokusunu derinden etkileyen dijital dönüşüm, iktidarın doğasını ve işleyiş mekanizmalarını köklü bir şekilde yeniden tanımlamıştır. Geleneksel otoriter rejimlerin fiziksel baskı ve açık sansür araçları, yerini giderek daha sofistike, görünmez ve yaygın dijital kontrol mekanizmalarına bırakmaktadır. Bu yeni dönemde, Michel Foucault'nun "panoptikon" metaforuyla tanımladığı gözetim toplumu, dijital teknolojilerin sunduğu olanaklarla "post-panoptik" bir evreye geçiş yapmış; devletler ve devasa teknoloji şirketleri, bireylerin günlük yaşamlarını, düşünce kalıplarını ve sosyal ilişkilerini algoritmik olarak şekillendirebilir hale gelmiştir.Bu çalışma, dijital çağın ortaya çıkardığı "siber totalitarizm" olgusunu disiplinlerarası bir perspektifle ele almayı hedeflemektedir. Hannah Arendt'in totalitarizm teorisi ve Shoshana Zuboff'un "gözetim kapitalizmi" kavramsallaştırmasından hareketle, günümüzde veri temelli iktidar biçimlerinin nasıl yeni nesil bir otoriterlik yarattığını sistematik olarak analiz edecektir. Çalışmanın temel argümanı, dijital teknolojilerin -başta yapay zeka, büyük veri analitiği ve biyometrik tanıma sistemleri olmak üzere- modern iktidar aygıtlarını dönüştürerek, klasik totalitarizm tanımlarını aşan yeni bir kontrol rejimi oluşturduğudur.Araştırmanın kapsamı, Çin'in sosyal kredi sistemi ve Skynet gözetim ağı gibi açık otoriter uygulamalardan, Batı demokrasilerindeki "yumuşak" gözetim mekanizmalarına kadar geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır. Rusya'nın egemen internet politikası, ABD'nin PRISM programı ve Avrupa'daki veri koruma düzenlemeleri karşılaştırmalı olarak incelenecek; devlet-şirket işbirliklerinin nasıl "dijital Leviathanlar" yarattığı ortaya konulacaktır. Ayrıca, Byung-Chul Han'ın "psikopolitika" kavramı ışığında, algoritmaların bireylerin bilinçaltı tercihlerini nasıl yönlendirdiği ve "gönüllü itaat" ürettiği tartışılacaktır.Çalışmanın metodolojisi, nitel araştırma yöntemlerine dayanmakta; vaka analizleri, söylem çözümlemeleri ve kuramsal tartışmaları bir araya getirmektedir. Birincil kaynak olarak devlet belgeleri, şirket veri politikaları ve uluslararası sözleşmeler; ikincil kaynak olarak ise akademik yayınlar, raporlar ve medya içerikleri kullanılmaktadır.Bu araştırma, dijitalleşme ve otoriterleşme arasındaki diyalektik ilişkiyi üç temel boyutta incelemeyi amaçlamaktadır: Teknolojik altyapı ve iktidar mekanizmaları arasındaki etkileşim, Bireyin özerkliğinin dijital çağda dönüşümü, Direniş olanakları ve alternatif politikalar. Bu çerçevede çalışma, yalnızca teşhis koymakla kalmayacak, aynı zamanda dijital totalitarizme karşı geliştirilebilecek etik, hukuki ve teknolojik çözüm önerileri de sunacaktır.
Dijital İktidarın Yükselişi
21. yüzyılın en çarpıcı dönüşüm alanlarından biri olan dijitalleşme, yalnızca teknolojik gelişmelere değil, aynı zamanda siyasal ve toplumsal ilişkilerin doğasına da müdahale etmektedir. Modernite süreci boyunca iktidar, mekanik, endüstriyel ve nihayetinde enformasyonel formlara evrilmiştir. Bu evrim, dijital çağın sunduğu araçlarla birlikte artık yalnızca "fiziksel egemenlik" üzerinden değil, veri akışlarının denetimi, algoritmaların yönlendirme gücü ve sanal alanların kontrolü üzerinden şekillenmektedir. Bu bağlamda dijital iktidar, klasik Weberyen anlamda meşruiyet zeminine dayalı kamusal otoritenin ötesine geçerek, görünmez ama sürekli izleyen bir "veri egemenliği" rejimine dönüşmektedir.Dijital iktidarın yükselişi, Michel Foucault’nun panoptik gözetim analizinin ötesine geçerek artık "post-panoptik" düzeyde bir gözetim biçimi yaratmaktadır. Bu yeni düzende bireyler artık sadece gözetlenmekle kalmamakta, aynı zamanda kendi rızalarıyla mahremiyetlerini devretmekte ve dijital aygıtlar aracılığıyla gönüllü biçimde iz bırakmaktadır. Sosyal medya platformları, mobil uygulamalar ve bulut sistemleri üzerinden bireyler; lokasyon, alışkanlık, ilişki, düşünce ve hatta duygusal tepkilerini veriye dönüştürerek hem şirketlerin hem de devletlerin kullanımına açmaktadır. Bu veri tabanlı kontrol biçimi, iktidarın kaynağını fiziksel zorlamadan çok algoritmik öngörü ve yönlendirmeye dayandırmakta; böylece dijital iktidarın sınırları giderek belirsizleşmekte, fakat etkisi derinleşmektedir.Dijital çağda iktidarın yeni biçimlerinden biri olan “algoritmik yönetim”, günümüzde birçok otoriter rejim için görünürde şiddet kullanmaksızın kontrol üretmenin stratejik bir aracına dönüşmüştür. Sosyal medya algoritmaları, vatandaşların ne göreceğine karar verirken aynı zamanda toplumsal algıyı da şekillendirmekte; kamuoyunun tepkileri önceden modellenerek kontrol altına alınmaktadır. Bu durum, Hannah Arendt’in totalitarizm analizinde işaret ettiği “toplumun homojenleştirilmesi” sürecinin dijital versiyonunu yaratmakta; dijital iktidar, bireylerin düşünme biçimlerini yönlendiren ve fark edilmeyen bir hegemonya kurmaktadır. Artık iktidar, sadece baskı değil, yönlendirilmiş arzularla şekillenmiş bir itaat üretmektedir.Bu bağlamda dijitalleşme süreci, liberal demokrasilerin dahi içten içe otoriterleşme riskini barındırdığı bir zemin hazırlamaktadır. Şeffaflık, veri güvenliği ve mahremiyet gibi ilkeler söylem düzeyinde savunulsa da, devletlerin ve şirketlerin ortak hareket ettiği "veri paylaşım rejimleri" bu ilkelerin sistematik biçimde ihlal edilmesini beraberinde getirmektedir. Özellikle 11 Eylül sonrası dönemde, güvenlik ile özgürlük arasındaki denge dijitalleşmenin etkisiyle açık biçimde güvenlik lehine bozulmuş, Batı demokrasileri dahi vatandaşlarını dijital araçlarla izlemeye ve profillemeye başlamıştır. Bu durum, dijital iktidarın sadece otoriter rejimlere özgü olmadığını; demokrasilerde de “sessiz otoriterleşme” süreci yaşandığını göstermektedir.Dijitalleşmenin sunduğu imkanlar, klasik baskı araçlarına başvurmaksızın toplum mühendisliği yapmayı mümkün kılmaktadır. Büyük veri (big data), yapay zekâ destekli analiz sistemleri ve yüz tanıma teknolojileri sayesinde iktidar, bireylerin davranış kalıplarını önceden tespit edebilmekte, muhalif eğilimleri erken dönemde bastırabilmekte ya da sistemle uyumlu hale getirebilmektedir. Bu teknolojiler aynı zamanda psikopolitik baskı araçları olarak da kullanılmakta; bireyler yalnızca bedensel olarak değil, zihinsel olarak da denetim altına alınmaktadır. Bu çerçevede Byung-Chul Han’ın “şeffaflık toplumu” kavramsallaştırmasıyla uyumlu biçimde dijital çağda bireyin özgürlüğü, kendi mahremiyetini teşhir etme özgürlüğüne indirgenmiştir.Otoriter rejimler açısından dijital iktidar, klasik sansür yöntemlerinden çok daha etkin bir kontrol imkanı sunmaktadır. Geleneksel medyanın yerine sosyal medya akışlarının kontrolü, muhaliflerin dijital platformlardan dışlanması (deplatforming), bilgi kirliliği yoluyla hakikat algısının bulanıklaştırılması gibi yöntemler, rejimlerin baskıyı meşrulaştırmadan uygulayabilmesini sağlamaktadır. Bu durum, sadece fiziksel sınırları değil, zihinsel sınırları da çizen bir “dijital hapishane” inşa etmektedir. Böylece yurttaşlar sadece fiziksel olarak değil, düşünsel ve davranışsal olarak da denetim altında tutulmaktadır.
Siber Totalitarizm: Kavramsal Tanım ve Yönelim
Totalitarizm Kavramının Klasik Anlamı
Totalitarizm, 20. yüzyılın en tartışmalı ve yoğun şekilde analiz edilen siyasal rejim biçimlerinden biridir. Kavram ilk olarak Benito Mussolini'nin kendi rejimini tanımlamak için kullandığı bir ifadedir; ancak esas entelektüel çerçevesi Hannah Arendt, Carl Friedrich, Zbigniew Brzezinski ve George Orwell gibi düşünürler tarafından çizilmiştir. Arendt’e göre totalitarizm, yalnızca siyasi muhalefeti bastıran bir rejim değil, aynı zamanda bireyin zihnini, davranışlarını ve gündelik hayatını tümüyle kontrol altına almayı amaçlayan bir sistemdir. George Orwell’ın 1984 romanında olduğu gibi, totalitarizm yalnızca bedenin değil, hafızanın, düşüncenin ve algının da devlet eliyle şekillendirilmesidir. Bu bağlamda totalitarizmin ayırt edici özelliği, bütüncül kontrol arzusudur: birey-toplum ilişkilerinin her düzeyinde mutlak bir denetim ve yönlendirme.
Siber Totalitarizmin Tanımı ve Ayırt Edici Özellikleri
Siber totalitarizm ise bu klasik çerçevenin dijital çağda yeniden inşasıdır. Kavram, fiziksel baskı araçlarının yerini dijital manipülasyonların, biyometrik gözetimin ve algoritmik yönlendirmelerin aldığı bir yeni nesil otoriterlik modelini ifade eder. Siber totalitarizm, bireyin dijital izleri üzerinden kişilik profilleri oluşturarak sadece onun eylemlerini değil, potansiyel eğilimlerini de kontrol altına almayı hedefler. Bu bağlamda Edward Snowden’ın ifşa ettiği NSA gözetim programları, Çin’in sosyal kredi sistemi ya da Rusya’nın "Egemen İnternet" politikaları siber totalitarizmin somut örnekleridir. Bu yeni rejim tipi, klasik otoriterliğin aksine doğrudan şiddet kullanmak yerine, görünmez gözetim ve algoritmik yönlendirme üzerinden bir “rıza üretimi” mekanizması kurar. Birey çoğu zaman gözetim altında olduğunun farkında bile değildir; bu da baskının meşrulaşmasını ve içselleştirilmesini kolaylaştırır.Siber totalitarizmin bir diğer ayırt edici özelliği, sınır-aşan yapısıdır. Klasik totalitarizm ulus-devlet merkezli bir yapı taşırken, siber totalitarizm hem devlet hem de teknoloji şirketleri eliyle sürdürülür. Amazon, Meta (Facebook), Google ve TikTok gibi platformlar, kullanıcıların devasa veri havuzlarına sahiptir ve bu veriler gerek doğrudan ekonomik amaçlarla, gerekse siyasal gözetimle iç içe geçmiş biçimde kullanılmaktadır. Bu yapı, klasik totalitarizmden farklı olarak çok aktörlü, çok katmanlı bir baskı rejimi doğurur.
Geleneksel Otoriterlikle Farkları: Fiziksel Baskıdan Dijital Manipülasyona
Geleneksel otoriter rejimler, siyasal muhalefeti bastırmak için ordu, polis, sansür kurulları ve yasaklar gibi doğrudan müdahale araçlarını kullanır. Fiziksel işkence, gözaltılar, medya yasakları gibi klasik baskı pratikleri genellikle açık ve görünürdür. Ancak siber totalitarizmde baskı, daha rafine ve görünmez bir düzlemde işler. Burada birey, görünmeyen bir “dijital panoptikon” içerisinde sürekli izlenmekte, yönlendirilmekte ve davranışları şekillendirilmektedir. Fiziksel baskı yerini dijital gözetim, yapay zekâ destekli puanlama sistemleri, algoritmik sansür ve dikkat ekonomisi gibi yeni araçlara bırakır.Bu dijital manipülasyon süreci, bireyin düşünce yapısını şekillendirmek üzere tasarlanmış algoritmalar aracılığıyla çalışır. Sosyal medya akışları, kişiye özel haber manipülasyonları, öneri sistemleri bireyi farkında olmadan belirli yönelimlere sürükler. Burada Orwellvari bir “Büyük Birader” değil, çok daha sinsi bir iktidar biçimi söz konusudur: birey, seçimlerinin özgür olduğuna inanırken aslında algoritmaların yönlendirdiği bir yolda ilerlemektedir.
Veriyle Kurulan İktidar: Gözetim Kapitalizmi ve Devlet Denetimi
Siber totalitarizmin teorik arka planı, Shoshana Zuboff’un geliştirdiği “gözetim kapitalizmi” kavramı ile birlikte okunmalıdır. Zuboff’a göre dijital platformlar, kullanıcıların davranışlarını sürekli izleyerek büyük veri kümeleri oluşturmakta, bu verileri analiz ederek hem ticari hem de siyasal amaçlarla kullanmaktadır. Bu veri temelli denetim, sadece piyasa aktörlerine değil, aynı zamanda devletlere de büyük güç sağlamaktadır. Devletler bu veri kaynaklarını kullanarak vatandaşların davranışlarını önceden tahmin edebilmekte, muhalif grupları tespit edebilmekte ve hatta kitlesel yönlendirme teknikleri geliştirebilmektedir.Bu bağlamda siber totalitarizm, dijital teknolojilerin özel sektör ve kamu otoritesi işbirliğiyle bir tür dijital Leviathan’a dönüştüğü bir düzeni temsil eder. Artık iktidar, sadece şiddet tekeline sahip olmakla değil, veri üretimi ve dağıtımı üzerinde hâkimiyet kurmakla ilgilidir. Bireyin mahremiyet hakkı neredeyse tamamen çözülmekte, özel hayat kamuya açılırken kamu gücü görünmezleşmektedir. Kısacası, dijitalleşme yalnızca teknolojik bir dönüşüm değil, aynı zamanda siyasal iktidarın doğasını köklü biçimde değiştiren yapısal bir kırılmadır.
Gözetim Teknolojileri ve Devletleşme Süreci
Gözetim, tarihsel olarak iktidarın görünmez ama sürekli varlığını sürdürebildiği en güçlü araçlardan biri olmuştur. Bu süreç, klasik iktidar kuramlarının ötesinde, teknolojik dönüşümle birlikte daha derinlikli ve yaygın bir nitelik kazanmıştır. Gözetim teknolojilerinin evrimi, Michel Foucault’nun "panoptikon" kavramsallaştırması ile başlayan bir teorik zeminde anlam kazanır. Foucault, Jeremy Bentham’ın panoptikon modelinden yola çıkarak modern toplumlarda bireyin sürekli izlenme ihtimali üzerinden kendi kendini denetlemesini sağlayan bir iktidar biçimini tanımlamıştı. Bu yapı, modern hapishane sistemlerinden okullara, fabrikalardan hastanelere kadar toplumsal denetimin görünmez mekanizmalarla sağlandığı bir kontrol rejimini betimliyordu. Ancak 21. yüzyılda bu panoptik model dijital bir forma evrildi: veri tabanlı algoritmalar. Bugün bireyin davranışı artık sadece fiziksel gözlemlere değil, dijital ayak izlerine, tıklamalarına, konum geçmişine ve çevrimiçi etkileşimlerine dayanarak analiz ediliyor. Bu sayede gözetim, yalnızca izlemekle kalmıyor; bireyin potansiyel davranışlarını öngörüyor ve gerektiğinde yönlendiriyor.Günümüzde gözetim teknolojileri çok katmanlı bir yapıya bürünmüştür. Yüz tanıma sistemleri, şehir güvenlik kameralarıyla entegre çalışarak milyonlarca insanın gerçek zamanlı olarak tanımlanmasını sağlar. Biyometrik takip, yalnızca fiziksel varlıkların değil; parmak izi, iris taraması, ses tanıma gibi kişiye özgü biyolojik verilerin de sürekli kontrol altında tutulmasını mümkün kılar. Yapay zekâ destekli denetim ise bu sistemlerin en sofistike halini temsil eder. AI algoritmaları, büyük veri kümeleri üzerinden “anormal davranışları” tespit etmek, bireylerin davranış kalıplarını analiz etmek ve hatta gelecekteki “potansiyel tehditleri” önceden belirlemek için kullanılmaktadır. Çin’in Skynet sistemi veya Singapur’un Predictive Policing uygulamaları bu tür teknolojilerin doğrudan güvenlik politikalarına entegre edildiği örneklerdir. Bu teknolojiler, sadece izleme işleviyle kalmayıp karar alıcı sistemlerin parçası haline gelmiş, suçluluk olasılığı üzerinden ceza pratiğini şekillendiren yeni bir denetim rejimi yaratmıştır.Devletlerin bu gözetim araçlarını meşrulaştırma biçimi ise oldukça stratejiktir. Bu süreç, sıklıkla “güvenlik”, “kamu düzeni” veya “ulusal çıkarlar” gibi yüksek öneme sahip kavramlar üzerinden yürütülmektedir. Terör tehdidi, toplumsal huzursuzluk, kitlesel göç, pandemi gibi olağanüstü durumlar, gözetim teknolojilerinin kamuoyunda kabul görmesini sağlayan argümanlar haline gelmiştir. 2001 sonrası ABD’de çıkarılan PATRIOT Act ile başlayan süreç, vatandaşların özel hayatlarının kitlesel biçimde izlenmesine zemin hazırlarken; 2020 sonrası COVID-19 pandemisi, temas takibi uygulamaları ve dijital sağlık pasaportlarıyla bu denetimin kapsamını daha da genişletmiştir. Bu meşrulaştırma süreci, aslında “biyopolitika” dediğimiz bireyin bedeni ve yaşamı üzerinden kurulan iktidar biçimini pekiştirir. Devletin birey üzerindeki denetimi, artık yalnızca hukuki ve fiziksel değil; dijital, davranışsal ve biyolojik alanlara kadar yayılmaktadır.Gözetim teknolojilerinin devletleşmesi, aynı zamanda özel sektörle kurulan şirket-devlet işbirliği aracılığıyla daha da kurumsallaşmıştır. Dijital gözetim yalnızca kamusal aktörlerin tekeline bırakılmamış; Facebook (Meta), Amazon, Google, Palantir, Huawei, Hikvision gibi büyük teknoloji şirketleri bu sistemlerin kurucu ve sürdürücüsü konumuna gelmiştir. Bu şirketler, hem altyapı sağlayıcıları hem de veri işleyicileri olarak devletlerin gözetim kapasitelerini artırmaktadır. Örneğin Palantir, ABD istihbarat kurumlarıyla çalışarak vatandaş davranışlarının analizi için yazılımlar geliştirmiştir. Çinli teknoloji devi Huawei ise birçok otoriter rejime gözetim sistemleri tedarik etmektedir. Bu bağlamda dijital gözetim, yalnızca iç politik düzenleme değil; aynı zamanda küresel ölçekte bir "otoriter teknoloji ihracatı" aracı haline gelmiştir. Bu durum, bazı ülkelerin dijital araçlar yoluyla egemenliklerini genişletmelerine ve başka devletlerin iç işleyişine müdahale etmelerine de olanak tanımaktadır.
Otoriter Dönüşümde Dijital Araçların Rolü
Dijital çağın yükselişiyle birlikte, otoriter rejimlerin baskı teknikleri yalnızca fiziki gözetim ve sansürden ibaret olmaktan çıkmış; algoritmalar, büyük veri analitiği ve yapay zekâ gibi araçlarla çok daha rafine, çok katmanlı ve görünmez bir biçim almıştır. Bu bağlamda dijital teknolojiler, otoriter dönüşüm süreçlerinde salt bir “araç” olmaktan çıkarak, yeni rejimlerin kurucu unsuru hâline gelmiştir. Günümüzde toplum mühendisliği ve davranışsal yönlendirme, devletlerin vatandaşlar üzerindeki kontrolü yeniden tanımlamasına olanak sağlamaktadır. Otoriterlik, artık yalnızca muhalefeti bastırma aracı değil; bireylerin zihinsel süreçlerini, duygusal reflekslerini ve davranış eğilimlerini öngörme, yönlendirme ve hatta yeniden inşa etme işlevine sahip bir dijital düzenek olarak işlemektedir.Toplum mühendisliği, geçmişte ideolojik söylem, eğitim sistemi ya da medya tekeli üzerinden yürütülürken; günümüzde dijital veri analizi ile bireysel profilleme üzerinden şekillenmektedir. Kullanıcıların arama geçmişleri, beğenileri, konum verileri ve dijital etkileşimleri, devletler ve teknoloji şirketleri tarafından sürekli toplanmakta ve analiz edilmektedir. Bu veriler, yalnızca pazarlama amacıyla değil; aynı zamanda kamu düzeni, milli güvenlik ve "ulusal bütünlük" gibi kavramlar aracılığıyla politik kontrol aracı olarak işlev görmektedir. Otoriter rejimler için bu, halkın nabzını gerçek zamanlı tutmakla kalmayıp, aynı zamanda hangi bireylerin potansiyel muhalefet riski taşıdığına dair tahmin modelleri üretme fırsatı sunar. Bu doğrultuda dijital araçlar, yalnızca toplumu gözlemleme değil, onu yönlendirme ve yeniden biçimlendirme işlevi de görmektedir.Otoriter rejimlerin dijital araçları kullanmadaki bir diğer yöntemi ise doğrudan baskı ve sansürdür. İnternet kesintileri, dijital sansür ve sosyal medya yasaları, bu bağlamda modern otoriterliğin pratik araçları hâline gelmiştir. Özellikle protesto, seçim ya da kriz anlarında internet kesintilerine başvurulması, bilgi akışını engellemenin ve kamuoyunu manipüle etmenin en sık tercih edilen yollarındandır. Örneğin, İran, Myanmar, Hindistan ve Sudan gibi ülkeler, kitlesel ayaklanmaları bastırmak amacıyla ulusal çapta internet erişimini sınırlamış ya da tamamen kesmiştir. Bu tür müdahaleler yalnızca teknik değil, aynı zamanda psikolojik bir kontrol aracıdır. Halkın iletişimini engellemek, dayanışma kanallarını kırmak ve kolektif bilinci zayıflatmak amacı güder.
Dijital sansür, artık yalnızca içerik kaldırma ya da erişim engelleme ile sınırlı değildir. Sosyal medya algoritmalarının devlet çıkarlarına göre yeniden kodlanması, “gölgeleme (shadow banning)” gibi görünmez sansür tekniklerinin yaygınlaşmasıyla otoriter yapılar, muhalif görüşleri doğrudan bastırmak yerine, onları görünmez hâle getirerek etkisizleştirmektedir. Bu teknik, demokrasilerde bile derin bir sorun hâline gelmiş ve liberal sistemlerin bile otoriterleşme eğilimlerine zemin hazırlamıştır. Ayrıca sosyal medya yasaları, devletlerin dijital platformları yasal sorumluluk altına alarak onları kendi sansür politikalarına entegre etmelerine imkân tanımaktadır. Türkiye, Rusya ve Hindistan gibi ülkeler bu konuda yasal düzenlemelerle platformları içerik paylaşımı ve kullanıcı bilgileri konusunda sıkı denetim altına almıştır.
Tüm bu süreçlerin temelinde ise algoritmik tahakküm yer almaktadır. Dijital platformlar, kullanıcıların neyi göreceğine, neye tepki vereceğine ve neyi önemseyeceğine karar veren algoritmalarla çalışır. Bu algoritmalar, kullanıcıların ilgi alanlarını analiz ederek belirli içerikleri öne çıkarırken, belirli görüşleri sistematik biçimde geri planda tutar. Böylece bireylerin düşünce biçimi, gündem algısı ve politik yönelimi dijital olarak yönlendirilmiş olur. Bu durum yalnızca bireyin bilgiye erişimini değil, aynı zamanda gerçekliği algılama biçimini de çarpıtır. Toplumun gerçeklik ile kurduğu bağ, algoritmik manipülasyonla yeniden şekillendirilir. Bu, dijital çağın Orwellvari distopyasının en sinsi yüzüdür: Bilginin doğrudan bastırılması değil, yeniden kurgulanması ve seçici görünürlüğüdür.
Vaka İncelemesi: Çin ve Rusya Deneyimleri
Çin: Sosyal Kredi Sistemi, Skynet Gözetim Ağı ve Siber Güvenlik Yasaları
Çin Halk Cumhuriyeti, dijital gözetim ve otoriterlik alanında günümüzün en gelişmiş ve kapsamlı örneklerinden biri olarak öne çıkmaktadır. Ülke, sosyal kontrolü teknoloji ile entegre ederek klasik totaliter rejim pratiklerini dijital çağın imkanlarıyla yeniden kurgulamıştır. Bu bağlamda, Çin’in “Sosyal Kredi Sistemi” (Social Credit System - SCS) devletin vatandaşları üzerinde dijital bir itaat ve güvenilirlik rejimi kurmasını mümkün kılmıştır. Sistem, bireylerin ve kurumların finansal, sosyal ve yasal davranışları hakkında geniş veri toplayarak puanlama yapmaktadır. Bu puanlar, kişinin kredi alabilmesi, seyahat etmesi, çocuklarının eğitim hakkı gibi temel hak ve fırsatlara erişimini doğrudan etkileyebilmektedir. Böylece, sosyal kredi sistemi sadece ekonomik bir mekanizma olmaktan çıkmış, bireylerin davranışlarını devletin belirlediği normlara uygun hale getirmeye yönelik kapsamlı bir sosyal disiplin aracı haline gelmiştir. Bu sistemin dijital altyapısında yapay zekâ algoritmaları, yüz tanıma teknolojileri ve büyük veri analizleri kullanılmaktadır.
Sosyal kredi sistemini destekleyen diğer temel unsur ise “Skynet” olarak adlandırılan kapsamlı gözetim ağıdır. Çin genelinde kurulan yüz binlerce güvenlik kamerası, yapay zekâ destekli yüz tanıma sistemleri ve mobil veri izleme teknolojileri, devletin vatandaşlarını kesintisiz ve anlık olarak takip etmesini sağlamaktadır. Skynet, özellikle Sincan Uygur Özerk Bölgesi gibi etnik azınlıkların yoğun olduğu bölgelerde yoğun bir şekilde uygulanmakta ve bu bölgelerde yaşayanların dijital hareketleri, ilişkileri ve iletişimleri neredeyse tamamen denetim altına alınmaktadır. Bu kapsamlı gözetim ağı, hem halkın devlete bağlılığını pekiştirmek hem de muhalif unsurları erken safhada tespit edip kontrol altına almak amacıyla kullanılmaktadır.
Bununla birlikte, Çin’in 2017 yılında yürürlüğe giren ve düzenli olarak güncellenen “Siber Güvenlik Yasası”, dijital alanı devletin sıkı kontrolü altına almıştır. Bu yasa, internet içeriklerinin sansürlenmesi, veri depolama zorunlulukları, kullanıcı kimlik doğrulaması ve yabancı teknoloji şirketlerinin faaliyetlerinin denetimi gibi geniş bir alanı kapsamaktadır. Siber Güvenlik Yasası aynı zamanda Çin’in dijital egemenlik doktrinini güçlendirmekte ve yabancı şirketlerin Çin vatandaşlarının verilerine erişimini sınırlandırmaktadır. Bu yasal çerçeve, sadece bilgi akışını kontrol etmekle kalmayıp aynı zamanda dijital altyapının stratejik bir devlet varlığı olarak görülmesini sağlamıştır.
Rusya: Egemen İnternet Politikası, Roskomnadzor Denetimi ve Telegram Sansürü
Rusya Federasyonu da dijital otoriterlik alanında kendine özgü bir model geliştirmiştir. Ülkede 2019 yılında uygulamaya konulan “Egemen İnternet” (Sovereign Internet) politikası, internet altyapısını devlet kontrolüne alma ve uluslararası dijital alanlardan bağımsız bir “Rus interneti” oluşturma amacı taşımaktadır. Bu politika, ülkenin dijital egemenlik stratejisinin temel taşlarından biri olup, gerek siber saldırılara karşı ulusal savunma gerekse muhalif çevrelerin denetimi için altyapı güçlendirmesini kapsamaktadır. Egemen İnternet politikası kapsamında, tüm internet trafiği Rusya sınırları içerisinde yönlendirilmekte ve Rusya’nın telekomünikasyon düzenleyicisi olan Roskomnadzor’a (Federal İletişim, Teknoloji ve Kitle İletişim Denetleme Kurumu) geniş yetkiler tanınmaktadır.
Roskomnadzor, özellikle siyasi muhaliflerin, gazetecilerin ve sivil toplumun kontrolünde etkin bir sansür ve erişim engelleme kurumu olarak görev yapmaktadır. 2017’den itibaren muhalif Telegram uygulamasına yönelik başlatılan erişim engellemeleri, Rusya’da dijital alanın devlet tarafından nasıl sıkı kontrol edildiğinin çarpıcı bir örneğidir. Telegram, kriptolu mesajlaşma özelliği ve muhaliflerin haberleşme aracı olarak kullanılması sebebiyle devletin hedefinde olmuştur. Telegram sansürü, Rus hükümetinin internetin özgür kullanımına karşı aldığı sert tedbirleri gözler önüne sermektedir. Ancak sansür politikaları teknik zorluklar nedeniyle her zaman tam anlamıyla başarılı olamamış, bu da devletin dijital kontrol stratejisinin sınırlılıklarını göstermiştir.Bununla beraber, Rusya’da dijital gözetim ve kontrol araçları devletin merkeziyetçi otoritesini pekiştirmek için sistematik olarak kullanılmaktadır. Siber alanın düzenlenmesi, dezenformasyon kampanyaları, dijital aktivistlerin takibi ve uluslararası siber operasyonlar Rusya’nın modern otoriterlik anlayışının parçalarıdır. Devlet, özellikle sosyal medya platformları üzerinde kurduğu baskıyla, toplumsal algıyı ve siyasi iklimi şekillendirmeye çalışmaktadır. Bu durum, sadece iç siyasette değil, uluslararası alanda da Rusya’nın bilgi savaşları ve dijital stratejiler aracılığıyla güç projeksiyonu yapmasını mümkün kılmaktadır.
Her İki Devletin Teknolojiyle Otoriterliği Pekiştirme Stratejileri
Çin ve Rusya örnekleri, dijital teknolojilerin otoriter rejimler tarafından nasıl stratejik bir şekilde kullanıldığını göstermektedir. Her iki devlet de dijitalleşmenin sunduğu araçları sadece güvenlik ve ekonomik kalkınma amaçlı değil, aynı zamanda toplumsal kontrol ve muhalifleri bastırma aracı olarak da kullanmaktadır. Bu bağlamda teknoloji, otoriter rejimlerin güç yapılarını yeniden üretmek ve dönüştürmek için vazgeçilmez bir unsur haline gelmiştir.Bu stratejilerde ortak noktalar arasında devletlerin dijital egemenlik vurgusu, ulusal veri altyapısının kontrolü, dijital sansür ve gözetimin yaygınlaştırılması yer almaktadır. Her iki ülke, siber alanı klasik devlet iktidarının yeni bir boyutu olarak görmekte ve bu alandaki kontrolü artırmaya yönelik yasal, teknolojik ve kurumsal araçları etkin biçimde devreye almaktadır. Özellikle veri toplama ve analiz süreçlerinde yapay zekâ, büyük veri ve biyometrik teknolojilerden yararlanılarak vatandaşların dijital ayak izleri üzerinde yoğun bir denetim kurulmaktadır.
Ancak bu uygulamalar sadece baskı ve kontrolü artırmakla kalmayıp, aynı zamanda rejimlerin meşruiyetini güçlendirmek için dijital araçları kullanma yönünde de stratejik tercihlere işaret etmektedir. Örneğin Çin’in sosyal kredi sistemi, vatandaşların “iyi vatandaş” olarak sınıflandırılması ve ödüllendirilmesi üzerinden bir itaat rejimi inşa ederken, Rusya’nın egemen internet politikası ise ulusal güvenlik ve istikrar argümanlarıyla kamuoyunda meşrulaştırılmaktadır.
Dijital Gözetimin Merkeziyetçiliğe Etkisi
Her iki ülkede dijital gözetim rejimleri, devlet iktidarının merkeziyetçi yapısını daha da pekiştirmiştir. Merkeziyetçi otoritenin teknolojiyle birleşmesi, hem karar alma süreçlerinde kontrolün sıkılaşmasını hem de toplumun tüm kesimlerine yayılan ayrıntılı izleme ve müdahale mekanizmalarını mümkün kılmıştır. Dijital gözetim araçları, devletlerin vatandaşlar üzerindeki kontrol kapasitesini olağanüstü ölçüde genişletirken, aynı zamanda iktidar hiyerarşisinde üst mercilerin denetim gücünü arttırmaktadır.Bu durum, klasik totaliterlik literatüründe sıklıkla tartışılan “panoptikon” metaforunun dijital çağdaki evrimi olarak okunabilir. Yüz tanıma sistemleri, dijital veri tabanları, davranışsal analizler ve yapay zekâ algoritmaları, görünmez ama her yerde olan bir gözetim rejimini temsil etmekte ve merkezi otoritenin toplumu kesintisiz kontrol etmesini sağlamaktadır. Böylece devlet, fiziksel mekanlar ve sınırlar ötesinde bir iktidar alanı inşa ederek, vatandaşları üzerinde sürekli bir denetim ve disiplin mekanizması kurmaktadır.
Demokratik Sistemlerde Sessiz Gözetim
Liberal demokrasiler, özgürlük ve bireysel hakları temel alan siyasal rejimler olarak bilinir; ancak dijital çağın gelişimiyle birlikte bu sistemlerde de sessiz ve yaygın bir gözetim pratikleri ortaya çıkmıştır. Veri temelli kontrol biçimleri, modern liberal demokrasilerin görünürdeki özgürlük ve şeffaflık ilkeleriyle çelişen, fakat çeşitli gerekçelerle meşrulaştırılan bir gözetim rejimi oluşturmuştur. Güvenlik, terörle mücadele, kamu düzeni ve ekonomik çıkarlar gibi kavramlar, bireysel mahremiyet ve özel hayatın gizliliği lehine ikinci plana itilmekte, dijital veriler devlet ve özel sektör tarafından geniş kapsamlı olarak toplanmakta ve analiz edilmektedir. Bu durum, klasik totaliter rejimlerde görülen doğrudan baskı ve sansür biçimlerinden farklı olarak daha ince ve görünmez bir kontrol mekanizması yaratmaktadır.Özellikle 2010’lu yıllarda açığa çıkan Cambridge Analytica skandalı, NSA (National Security Agency) gözetim faaliyetleri ve PRISM programı gibi örnekler, liberal demokrasilerdeki veri temelli gözetimin kapsamını ve tehlikesini gözler önüne sermiştir. Cambridge Analytica skandalı, Facebook üzerinden milyonlarca kullanıcının izni olmadan veri toplanarak, seçmen davranışlarını manipüle etmek için kullanıldığını ortaya koymuştur. Bu olay, demokratik seçim süreçlerinin dijital veriler yoluyla müdahale edilebilir ve yönlendirilebilir hale geldiğini göstermiştir. NSA’nın küresel ölçekte yürüttüğü PRISM programı ise, iletişim ve internet verilerini izleyerek, güvenlik gerekçesiyle kitlesel gözetim uygulamalarını meşrulaştırmıştır. Edward Snowden’ın ifşaları, bu programın gizli bir şekilde yüz milyonlarca insanın verisini topladığını ve analiz ettiğini ortaya koymuştur. Bu tür uygulamalar, liberal demokrasilerin temel değerleri olan bireysel özgürlük ve mahremiyetin ciddi şekilde zedelendiğini göstermektedir.Bu bağlamda “Liberal Panoptizm” kavramı, Michel Foucault’nun panoptikon modelinden yola çıkarak, görünmeyen ama sürekli bir izlenme ve kontrol durumunu tanımlamak için kullanılır. Geleneksel panoptikonda bireyler fiziksel bir yapının gözetimi altındayken, liberal panoptizmde dijital altyapılar, veri toplama ve yapay zekâ destekli algoritmalar aracılığıyla bireylerin davranışları ve tercihlerinin sürekli izlendiği ve yönlendirildiği bir mekanizma devreye girer. Bu mekanizma, özgürlüklerin görünürken aslında derin ve yaygın bir kontrol altında tutulduğu yeni bir denetim biçimidir. Dijital platformlar, sosyal medya, arama motorları ve uygulamalar, kullanıcılarının verilerini toplayarak profiller oluşturur ve bu veriler devletler veya şirketler tarafından sosyal, politik ve ekonomik çıkarlar doğrultusunda kullanılabilir.Demokratik rejimlerdeki bu sessiz gözetim, ayrıca otoriterleşme eğilimlerini besleyen bir zemin yaratmaktadır. Devletlerin güvenlik ve istihbarat ihtiyaçlarını gerekçe göstererek uygulamaya koyduğu dijital denetim ve sansür politikaları, giderek daha fazla yaygınlaşmakta ve bireysel haklar sistematik biçimde aşınmaktadır. Güvenlik endişeleri, terör tehditleri ve siber saldırılar gibi meseleler, devletlerin gözetim araçlarını meşrulaştırması için kullanılan başlıca argümanlardır. Ancak bu politikalar, demokratik denetim mekanizmalarının zayıflaması, şeffaflık eksikliği ve hukuk devleti ilkelerinin geri plana itilmesi gibi riskleri beraberinde getirir. Sonuç olarak, demokratik ülkelerde bile özgürlükler ve mahremiyet ciddi tehdit altındadır.Dijital gözetim uygulamalarının merkeziyetçiliğe etkisi de önemlidir. Devletlerin ve büyük teknoloji şirketlerinin elinde yoğunlaşan veri kaynakları, karar alma süreçlerinde güç dengesinin merkezi otoritelere kaymasına yol açmaktadır. Veri kontrolü, siyasi güç ve ekonomik kazanç açısından stratejik bir araç haline gelirken, demokratik katılım ve bireysel otonomi zayıflamaktadır. Bu durum, demokratik sistemlerin temel prensipleriyle çatışmakta ve dijital otoriterleşmenin yükselişini tetiklemektedir. Veri merkezli yönetim, yeni bir iktidar biçimi olarak ortaya çıkarak, toplum üzerinde görünmez ama etkili bir baskı ve yönlendirme mekanizması kurmaktadır.
Yeni Toplumsal Sözleşme: Güvenlik vs. Özgürlük
Dijitalleşmenin hayatın her alanına nüfuz etmesi, klasik toplumsal sözleşme anlayışını köklü biçimde dönüştürmektedir. Modern toplumlarda devlet ve vatandaş arasında karşılıklı hak ve yükümlülükleri düzenleyen bu sosyal anlaşma, bilgi ve iletişim teknolojilerinin yaygınlaşmasıyla birlikte yeni dinamikler kazanmıştır. Geleneksel toplumsal sözleşme, bireyin temel özgürlüklerini devlete devretmesi karşılığında güvenlik ve kamu düzeninin sağlanmasını öngörürken, günümüzde bu dengenin merkezine dijital veri ve gözetim pratikleri yerleşmiştir. Böylece “güvenlik” kavramı, sadece fiziksel tehditlere karşı koruma anlamını aşarak, siber alanın kontrolü ve vatandaşın dijital davranışlarının denetlenmesi şeklinde genişlemiştir. Bu yeni sözleşme, vatandaşların özgürlüklerinden ödün vermeleri karşılığında dijital çağın getirdiği güvenlik ve kolaylıklardan faydalanmalarını ifade etmektedir.Güvenlik ve özgürlük ikilemi, özellikle terörizm, siber suçlar, pandemi ve sosyal istikrarsızlık gibi kriz dönemlerinde dijitalleşme süreçlerinin hızlanmasına zemin hazırlamıştır. Devletler, vatandaşlarının hayatını kolaylaştıran dijital uygulamaları yaygınlaştırırken, aynı zamanda bu platformları kapsamlı gözetim ve kontrol mekanizmaları olarak kullanmaktadır. Akıllı şehir uygulamalarından biyometrik kimlik sistemlerine, iletişim kayıtlarının toplanmasından sosyal medya içeriklerinin denetlenmesine kadar genişleyen dijital denetim alanı, bireylerin mahremiyetini ve ifade özgürlüğünü doğrudan tehdit etmektedir. Burada kritik olan nokta, vatandaşların “güvenlik” talebini destekleyerek, bu gözetim pratiklerini büyük oranda kabul etmeleri ve dolayısıyla özgürlüklerinden sistematik biçimde vazgeçmeleridir. Bu durum, dijital çağda bireyin devlete sunduğu rızanın, çoğu zaman farkında olmadan ve sorgulanmadan gerçekleştiği yeni bir sosyal uzlaşmanın habercisidir.Vatandaşın bu yeni toplumsal sözleşmede üstlendiği rol ise “veri veren kullanıcı” kimliğiyle tanımlanabilir. Dijital platformlarda geçirilen zaman, kullanılan uygulamalar ve yapılan paylaşımlar aracılığıyla bireyler sürekli veri üretmekte; bu veriler ise devlet kurumları ve özel sektör tarafından analiz edilerek gözetim ve kontrol amaçları için kullanılmaktadır. Dolayısıyla vatandaş, yalnızca siyasi bir özne olmanın ötesinde, aynı zamanda devasa veri ekonomisinin temel girdisi haline gelmiştir. Bu dönüşüm, bireyin siyasal ve sosyal katılım biçimlerini de değiştirmektedir. Artık kamuoyu oluşturma, siyasi tercih ve davranışların şekillenmesi algoritmalar aracılığıyla manipüle edilebilmekte; bu da demokratik katılımın doğasını ve sınırlarını tartışmaya açmaktadır. Algoritmik yönlendirme ve hedefli reklamcılık gibi yöntemlerle seçmenlerin görüşleri ve seçim davranışları gizli ya da açık biçimde etkilenebilmekte, bu durum demokratik süreçlere dair ciddi etik ve siyasal sorunları gündeme getirmektedir.Bu yeni dijital sözleşmenin sonuçları, sadece bireysel özgürlüklerin sınırlandırılması ile kalmayıp, aynı zamanda toplumun genelinde yeni bir güvenlik anlayışının ve vatandaş-devlet ilişkilerinin oluşmasına yol açmaktadır. Devletler, vatandaşların verilerini toplama ve kullanma yetkisini genişletirken, vatandaşların da bu veri paylaşımına rıza gösterme zorunluluğu artmaktadır. Bu zorunluluk, çoğu zaman bireylerin tercihlerinden çok zorunlu pratiklerle şekillenmekte, örneğin sosyal hizmetlerden yararlanmak için dijital kimlik sistemlerine kayıt zorunluluğu gibi durumlar ortaya çıkmaktadır. Böylece, güvenlik algısı ve dijital erişim arasındaki bağ, bireylerin özgürlüklerini kısıtlayan bir mekanizmaya dönüşmekte ve devletin gözetim kapasitesi artmaktadır.
Direniş Biçimleri ve Dijital Özgürlük Arayışı
Dijitalleşmenin hızla hayatımızın her alanına nüfuz ettiği günümüzde, devletlerin ve şirketlerin artan gözetim mekanizmaları, bireylerin ve toplulukların dijital özgürlüklerini ciddi biçimde tehdit etmektedir. Bu durum, yeni direniş biçimlerinin ve özgürlük arayışlarının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Dijital direniş, hem bireysel hem kolektif düzeyde çeşitli teknolojik ve toplumsal araçlarla örülmekte, dijital mahremiyetin ve ifade özgürlüğünün korunması için kapsamlı mücadele biçimleri geliştirilmekte ve yaygınlaştırılmaktadır.
Bireysel ve Kolektif Direniş Araçları: VPN, Tor, Şifreleme Teknolojileri
Bireysel özgürlük ve mahremiyetin temel savunma mekanizmalarından biri olarak, sanal özel ağlar (VPN) ve Tor ağı gibi araçlar kritik önem kazanmıştır. VPN, kullanıcının internet trafiğini şifreleyerek ve başka bir ülkedeki sunucu üzerinden yönlendirerek coğrafi engelleri aşmayı ve izlenmeyi zorlaştırmayı mümkün kılar. Bu teknoloji, hem devlet sansürlerine karşı bir bariyer oluşturmakta hem de veri trafiğinin üçüncü şahıslar tarafından takip edilmesini engellemektedir. Tor ağı ise çok katmanlı şifreleme (onion routing) sayesinde kullanıcıların kimliklerini gizleyerek anonim iletişimi mümkün kılar. Özellikle baskıcı rejimlerde yaşayanlar için Tor, ifade özgürlüğünün ve sansüre karşı korunmanın vazgeçilmez bir aracı haline gelmiştir.Bunun yanı sıra, uçtan uca şifreleme teknolojileri, mesajlaşma ve veri paylaşımı alanında kritik bir rol üstlenir. Signal, WhatsApp ve Telegram gibi uygulamalar, içeriklerin sadece gönderen ve alıcı tarafından okunabilmesini sağlar; bu da devlet ve şirket gözetimini önemli ölçüde sınırlar. Şifreleme, aynı zamanda dijital kimliklerin korunması ve veri hırsızlıklarının önlenmesi açısından da temel bir güvenlik katmanı oluşturur. Ancak bu teknolojiler, kimi zaman devletler tarafından terörizm ve suçla mücadele bahanesiyle kısıtlanmaya veya yasaklanmaya çalışılmaktadır; bu durum dijital haklar mücadelesinin çatışma alanlarından biridir.
Sivil Toplum, Hacker Kolektifleri ve Dijital Aktivizm
Dijital direniş, sadece bireysel araçların kullanımıyla sınırlı kalmayıp, kolektif hareketler ve örgütlü aktivizm biçimleriyle de şekillenmektedir. Sivil toplum örgütleri, dijital hakların savunulmasında hem farkındalık yaratma hem de politika önerme işlevi görür. Elektronik Sınır Vakfı (Electronic Frontier Foundation, EFF) gibi kuruluşlar, dijital mahremiyet, ifade özgürlüğü ve internet özgürlüğü alanlarında hukuki ve teknik destek sağlar, yasal mücadelelere öncülük eder ve küresel çapta eğitim programları düzenler.Hacker kolektifleri ise dijital direnişin radikal kanadını temsil eder. “Anonymous” gibi gruplar, devletlerin ve büyük şirketlerin sansür, gözetim ve manipülasyon politikalarına karşı düzenledikleri operasyonlarla kamuoyunun dikkatini çeker. Wikileaks gibi platformlar ise gizli belgeleri yayınlayarak devletlerin ve kurumların şeffaflık dışı uygulamalarını ifşa eder, böylece demokratik denetim mekanizmalarının işlemesine katkı sağlar. Bu kolektifler, hem siber güvenlik alanında uzmanlık geliştirerek hem de sembolik eylemlerle dijital otoriterliğe karşı direnç oluştururlar.
Dijital aktivizm, sosyal medya ve çevrimiçi platformlar aracılığıyla hızla yayılmakta, global çapta dayanışma ağları kurulmaktadır. Arab Bahar gibi halk hareketlerinde dijital araçların etkin kullanımı, protestoların örgütlenmesi ve bilgi akışının sağlanmasında kritik bir rol oynamıştır. Günümüzde ise dezenformasyona karşı mücadele, çevrimiçi sansürün engellenmesi ve dijital hakların korunması temel gündemler arasında yer almaktadır.
Dijital Hak Savunuculuğu: Elektronik Sınır Vakfı (EFF), Dijital Mahremiyet Hareketleri
Dijital hak savunuculuğu, internet ve teknoloji alanında bireysel hakların korunması için hukukî ve sosyal mücadelelerin bütününü ifade eder. EFF, dünya genelinde dijital hakların en güçlü savunucularından biri olarak, mahremiyet ihlallerine, hükümet ve şirket gözetimine karşı dava açmakta, kullanıcıların haklarını korumaktadır. EFF’nin çalışmalarında açık kaynaklı güvenlik araçlarının geliştirilmesi, internet sansürünün kaldırılması ve yasal reformların desteklenmesi yer alır.
Mahremiyet hareketleri ise kullanıcıların dijital verilerinin toplanması, işlenmesi ve paylaşılmasına karşı aktif bir direnişi temsil eder. GDPR (Genel Veri Koruma Yönetmeliği) gibi yasal düzenlemeler, bu hareketlerin etkisiyle ortaya çıkmış ve dijital dünyada bireysel verilerin korunmasını güvence altına almıştır. Bununla birlikte, dijital mahremiyetin korunması için sivil toplum tarafından geliştirilen çeşitli kampanyalar, eğitim programları ve teknoloji çözümleri mevcuttur. Bu hareketler, bireyleri veri güvenliği konusunda bilinçlendirirken aynı zamanda politik düzeyde de dijital hakların evrensel standartlar olarak benimsenmesini talep eder.
Etik Teknoloji Çağrıları ve Açık Kaynak Yazılım Çözümleri
Dijital özgürlük mücadelesinde etik teknoloji anlayışı önemli bir yer tutar. Teknoloji üreticilerinin sorumluluk alması, kullanıcı haklarına saygılı, şeffaf ve denetlenebilir sistemlerin geliştirilmesi gerekliliği gündeme gelmiştir. Açık kaynak yazılım hareketi, bu anlayışın pratikteki en somut örneklerinden biridir. Açık kaynak kodlu projeler, kullanıcıların yazılımın işleyişini incelemesine, geliştirmesine ve özgürce kullanmasına olanak sağlar. Böylece, arka planda kullanıcı haklarını ihlal eden gizli işlevlerin veya güvenlik açıklarının tespiti kolaylaşır.
Örneğin, GNU/Linux işletim sistemleri, Firefox tarayıcısı ve Signal mesajlaşma uygulaması gibi açık kaynak projeler, dijital özgürlük savunucuları tarafından tercih edilen araçlardır. Bu projeler, merkeziyetçi ve kapalı sistemlere karşı demokratik ve katılımcı bir teknoloji kullanımını teşvik eder. Ayrıca, etik teknoloji çağrıları kapsamında, yapay zekâ uygulamalarının şeffaflığı, veri işleme süreçlerinin denetlenebilirliği ve algoritmik adalet gibi konular da gündemdedir. Sürdürülebilir ve insan odaklı teknoloji üretimi, dijital totalitarizme karşı uzun vadeli bir direnç hattı oluşturur.
Dijital Totalitarizme Karşı Hukuki ve Politik Çerçeveler
Uluslararası Hukuk ve Dijital Haklar
Dijital totalitarizmin yükselişi, devletlerin ve özel aktörlerin bireylerin dijital alanlardaki haklarını ciddi şekilde kısıtlaması ve gözetim mekanizmalarını yaygınlaştırması ile birlikte, uluslararası hukuk alanında yeni düzenlemelerin gerekliliğini ortaya koymuştur. İnsan haklarının dijital boyutunun tanınması ve korunması, küresel toplumun ortak sorumluluğu olarak ön plana çıkmaktadır. Birleşmiş Milletler (BM) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) gibi uluslararası kuruluşlar, ifade özgürlüğü, özel hayatın gizliliği, bilgiye erişim gibi temel hakların dijital ortamlarda da korunması gerektiğini vurgulamıştır.Uluslararası hukukta, özellikle İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme gibi belgelerde yer alan temel hakların dijital dünyada geçerliliği ve uygulanabilirliği üzerine tartışmalar yoğunlaşmaktadır. Bu bağlamda, bireylerin kişisel verilerinin korunması, dijital izleme ve sansür uygulamalarının sınırlandırılması gibi konular uluslararası normların güncellenmesini gerektirmektedir. Ancak uluslararası hukukta henüz dijital hakları özel olarak düzenleyen kapsamlı bir çerçeve bulunmamaktadır; bu durum, devletlerin farklı yaklaşımlar sergilemesine ve kimi zaman dijital alanlarda insan hakları ihlallerinin artmasına neden olmaktadır.Öte yandan, devletlerin egemenlik anlayışı ve ulusal güvenlik gerekçeleriyle dijital alanlarda uyguladığı kısıtlamalar, uluslararası hukukla çatışma yaratmaktadır. Siber alanın uluslararası bir alan olması ve sınır ötesi etkileri, hukuk uygulamalarında karmaşaya yol açarken, dijital hakların korunması adına çok taraflı iş birliğine olan ihtiyaç da giderek artmaktadır. Bu kapsamda, uluslararası hukukta dijital hakların tanımlanması, ihlallerin tespiti ve yaptırımların uygulanması için mekanizmaların geliştirilmesi kritik önemdedir.
Veri Koruma Yasaları ve Uygulama Sorunları
Dijital totalitarizme karşı en somut adımlardan biri olarak, veri koruma yasaları ön plana çıkmaktadır. Avrupa Birliği’nin Genel Veri Koruma Yönetmeliği (GDPR) ve Türkiye’nin Kişisel Verilerin Korunması Kanunu (KVKK) gibi düzenlemeler, bireylerin kişisel verilerinin işlenmesi, depolanması ve paylaşılması süreçlerini hukuki çerçeveye bağlayarak, dijital hakların korunmasına yönelik önemli adımlar sunmaktadır.GDPR, dünya çapında veri koruma standartlarını yükselten kapsamlı bir mevzuat olarak kabul edilmektedir. Bireylerin rızası olmadan verilerinin toplanmasını engelleyen, verilerin işlenmesinde şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkelerini benimseyen bu düzenleme, şirketlerin ve devletlerin dijital alanda sorumluluklarını netleştirmektedir. Aynı zamanda, veri ihlallerinde ağır para cezaları ve yaptırımlar ile caydırıcılık sağlamaktadır. KVKK ise Türkiye’de benzer bir amaçla oluşturulmuş, bireysel verilerin korunması için özel hükümler içeren bir mevzuattır. Ancak, KVKK’nın uygulamasında mevzuatın yeni olması, denetim mekanizmalarının yetersizliği ve farkındalık eksikliği gibi sorunlar yaşanmaktadır.
Bununla birlikte, veri koruma yasalarının uygulanması esnasında çeşitli sorunlar ortaya çıkmaktadır. İlk olarak, küresel ölçekte veri akışlarının kontrolü ve uluslararası veri transferlerinin düzenlenmesi karmaşık bir hal almaktadır. Özellikle büyük teknoloji şirketlerinin faaliyet gösterdiği sınır ötesi ortamda, farklı ülkelerin mevzuatları arasında uyumsuzluklar bulunmaktadır. Bu durum, veri koruma haklarının etkin bir şekilde uygulanmasını zorlaştırmakta ve veri ihlallerine zemin hazırlamaktadır.
İkinci olarak, devletlerin dijital gözetim ve istihbarat faaliyetleri, veri koruma yasalarının sınırlarını zorlamaktadır. Ulusal güvenlik gerekçeleriyle yapılan gözetim faaliyetleri çoğunlukla şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkeleriyle çelişmekte, veri sahiplerinin hakları göz ardı edilmektedir. Bu durum, dijital totalitarizmin güçlenmesine katkı sağlamaktadır.
Son olarak, bireylerin dijital haklar konusunda yeterli bilgi sahibi olmaması ve hukuki destek mekanizmalarının yetersizliği, veri koruma yasalarının pratikte etkili kullanılmasını engellemektedir. Dijital okuryazarlık eksikliği ve hukuki süreçlerin karmaşıklığı, vatandaşların haklarını arama konusunda motivasyonunu düşürmektedir.
Demokratik Ülkelerde Dijital Hakların Korunması İçin Politika Önerileri
Dijital totalitarizme karşı mücadelede demokratik ülkelerin hukuki ve politik alanlarda atacağı adımlar hayati önem taşımaktadır. İlk olarak, dijital hakların anayasal koruma altına alınması ve ulusal hukuklarda net bir şekilde tanımlanması gerekmektedir. Bu, bireylerin temel haklarının dijital ortamda da devredilemez ve korunabilir olduğunu garantileyecek bir temel oluşturur.
İkinci olarak, veri koruma yasalarının güçlendirilmesi ve uluslararası standartlarla uyumlu hale getirilmesi zorunludur. GDPR gibi güçlü mevzuatlar örnek alınarak, şirketlerin ve devlet kurumlarının veri işleme faaliyetlerinde daha şeffaf, hesap verebilir ve denetlenebilir olması sağlanmalıdır. Bu bağlamda, bağımsız denetim organlarının etkinliği artırılmalı ve ihlal durumlarında hızlı ve etkili yaptırımlar uygulanmalıdır.
Üçüncü olarak, uluslararası iş birliği mekanizmalarının geliştirilmesi gerekmektedir. Dijital alan sınır tanımadığı için, devletler arası koordinasyon ve ortak standartlar dijital hakların korunmasında anahtar rol oynamaktadır. Uluslararası platformlarda, BM ve benzeri kurumlarda dijital haklara yönelik bağlayıcı düzenlemelerin oluşturulması teşvik edilmelidir.
Dördüncü olarak, dijital okuryazarlık ve bilinçlendirme kampanyaları yaygınlaştırılmalıdır. Vatandaşların kişisel verilerinin önemi, hakları ve korunma yolları konusunda bilgilendirilmesi, dijital haklarını savunmalarını kolaylaştıracaktır. Ayrıca, sivil toplum kuruluşlarının dijital hak savunuculuğu desteklenmeli ve hukuki yardım mekanizmaları erişilebilir kılınmalıdır.
Beşinci olarak, devletlerin ulusal güvenlik politikalarında dijital hakları gözetecek dengeli bir yaklaşım geliştirmesi gerekmektedir. Güvenlik ve özgürlükler arasında sağlıklı bir denge kurulmalı, gözetim uygulamaları şeffaf ve hesap verebilir olmalıdır. Aksi takdirde, dijital totalitarizmin güçlenmesi kaçınılmaz hale gelecektir.
Son olarak, teknoloji şirketlerinin etik ve hukuki sorumlulukları netleştirilmelidir. Şirketlerin, kullanıcı verilerini kötüye kullanmasını önleyecek düzenlemeler hayata geçirilmeli ve bu aktörler, dijital hakların korunmasında aktif rol oynamaya teşvik edilmelidir.
Teknolojik Gelişmelerin Otoriterlik ve Direniş Üzerindeki Etkisi
Teknolojik gelişmeler, son yirmi yılda hem devletlerin hem de bireylerin güç dengelerinde radikal değişimlere yol açmıştır. Blockchain, yapay zekâ (YZ) ve kuantum şifreleme gibi yeni nesil teknolojiler, klasik iktidar ilişkilerinin sınırlarını yeniden çizmektedir. Bu gelişmeler, otoriter rejimlerin dijital gözetim kapasitelerini artırırken, aynı zamanda direniş ve özgürlük alanlarını da genişletebilen çifte yönlü etkilere sahiptir. Bu bölümde, bu teknolojilerin hem baskı aygıtı hem de direniş aracı olarak nasıl işlev gördüğü analiz edilerek, teknoloji ve güç arasındaki dönüşüm ele alınacaktır.
Yeni Nesil Teknolojilerin Otoriterlikteki Rolü
Özellikle yapay zekâ, otoriter rejimlerin vatandaşlarını izleme, sınıflandırma ve kontrol etme süreçlerinde devrim niteliğinde bir araç haline gelmiştir. Gelişmiş yüz tanıma sistemleri, davranışsal analiz algoritmaları ve büyük veri işleme kapasitesiyle devletler, nüfusun her bireyini neredeyse anlık olarak takip edebilmekte ve sosyal kredi sistemleri gibi mekanizmalarla vatandaşların davranışlarını ödüllendirme ya da cezalandırma gücüne sahip olmaktadır. Örneğin, Çin’in sosyal kredi sistemi, vatandaşların sosyal medya paylaşımlarından alışkanlıklarına kadar birçok veriyi analiz ederek, davranışsal normlara uygun olmayan bireyleri kısıtlayıcı tedbirlerle karşı karşıya bırakmaktadır. Yapay zekâ, yalnızca gözetimi kolaylaştırmakla kalmamakta, aynı zamanda siber saldırılar, dezenformasyon kampanyaları ve siyasi manipülasyonlar için de kullanılarak demokratik süreçleri zayıflatmaktadır.Blockchain teknolojisi ise, otoriter rejimler için çifte bir anlam taşır. Bir yandan, blockchain’in dağıtık yapısı nedeniyle merkezi otoritenin veri manipülasyonu yapmasını zorlaştırması, bu rejimler için risk teşkil eder. Öte yandan, bazı devletler blockchain teknolojisini kendi çıkarlarına uyarlamakta, özellikle kamu kayıtlarının şeffaf ve değiştirilemez tutulması için kullanmaktadır. Ancak blockchain, hükümetlerin bireysel verileri sansürlemesi veya manipüle etmesi alanında sınırları zorlayan yapısı nedeniyle tam anlamıyla bir özgürlük aracı olmayabilir. Bu durum, teknolojinin uygulama biçimine ve siyasi iradeye bağlı olarak farklılaşır.Kuantum şifreleme teknolojisi ise, bilgi güvenliğinde devrim yaratması beklenen bir alan olarak öne çıkar. Kuantum tabanlı iletişim protokolleri, klasik şifreleme yöntemlerinin kırılmasını önleyerek, devlet dışı aktörlerin ve bireylerin güvenli iletişim kurmasına olanak sağlar. Otoriter rejimlerin veri toplama ve gözetim stratejilerini zayıflatma potansiyeli taşıyan kuantum şifreleme, bu açıdan direnişçi ve muhalif grupların korunmasında kritik bir araç olabilir. Ancak kuantum teknolojisinin yaygınlaşması ve erişilebilirliği halen sınırlıdır, bu nedenle kısa vadede devletlerin gözetim avantajı devam edebilir.
Teknolojinin Gözetim ve Özgürlük Alanlarına Çifte Etkisi
Yeni nesil teknolojiler, hem baskı hem de özgürlük alanında bir ikilem yaratır. Gözetim araçları, toplumsal denetimi yoğunlaştırırken, aynı zamanda dijital direnişin araçları da geliştirilmektedir. Örneğin, blockchain teknolojisi sayesinde merkeziyetsiz ve sansüre dayanıklı platformlar oluşturulabilmekte, böylece devlet kontrolüne karşı bağımsız iletişim ağları kurulabilmektedir. Bu, otoriter rejimlerin bilgi akışını engelleme ya da manipüle etme çabalarına karşı güçlü bir karşıt güç oluşturur.Yapay zekâ destekli otomatik sansür ve içerik filtreleme sistemlerine karşı ise, şifreleme teknolojileri ve anonimleştirme protokolleri (Tor, VPN) kullanılarak çevrimiçi gizlilik korunmaya çalışılmaktadır. Bu araçlar, muhaliflerin dijital ortamda örgütlenmesine ve ifade özgürlüğünü kullanmasına imkân tanır. Ancak aynı zamanda, bu teknolojilerin hükümetlerce yasaklanması veya kısıtlanması, dijital özgürlük mücadelesinin zorluklarını artırmaktadır.Bununla birlikte, dijital teknolojilerin yaygınlaşması bireylerin veri üreticisi haline gelmesiyle yeni bir “gözetim kapitalizmi” rejimi ortaya çıkarmıştır. Büyük teknoloji şirketleri tarafından toplanan veriler, hem devlet hem de özel sektör tarafından bireylerin davranışlarını şekillendirmek, seçimleri ve tercihler üzerinde etkili olmak için kullanılmaktadır. Bu durum, bireysel özerkliği ve mahremiyeti tehdit etmekte, teknolojinin özgürlük değil, yeni bir kontrol biçimi olarak kullanıldığı eleştirilerini doğurmaktadır.
Güç Dengesindeki Değişim ve Teknolojinin Siyaseti
Teknolojinin gelişimi, klasik güç merkezlerini ve uluslararası ilişkileri de dönüştürmektedir. Blockchain gibi dağıtık sistemler, merkezileşmiş otoriteyi parçalayarak güç dengesini çok aktörlü ve yatay bir yapıya taşımaktadır. Bu durum, devletlerin bilgi ve iletişim üzerindeki mutlak kontrolünü zorlaştırmakta, aynı zamanda bireysel aktörlerin ve küçük toplulukların güçlenmesine olanak tanımaktadır.Ancak, yapay zekâ ve büyük veri analizindeki yoğunlaşma, teknoloji şirketlerini ve devletleri daha da güçlendirmektedir. Bu iki zıt yön, teknoloji politikalarının karmaşık doğasını göstermektedir: Bir yanda merkeziyetçiliği aşan yapılar ve özgürlük vaatleri, diğer yanda gelişmiş gözetim ve kontrol mekanizmaları. Kuantum şifreleme gibi teknolojilerin potansiyel olarak bireylerin korunmasını sağlasa da, bu teknolojilerin yaygınlaşması ve erişilebilirliği ile ilgili engeller, kısa ve orta vadede otoriter rejimlerin avantajını korumasına neden olabilir.
Dijitalleşme ve Otoriterleşme İkilemi
Dijitalleşme, çağımızın en köklü ve hızlı gelişen toplumsal dönüşüm süreçlerinden biridir. İnternetin yaygınlaşması, veri teknolojilerinin ilerlemesi ve yapay zekâ uygulamalarının hayatımıza girmesi, sadece ekonomik veya kültürel alanlarda değil, aynı zamanda siyasi alanlarda da dramatik değişimlere yol açmıştır. Ancak bu dönüşüm, iki yönlü bir ikilem yaratmaktadır: Dijitalleşme bir yandan bireylerin bilgiye erişimini, ifade özgürlüğünü ve sosyal katılımını artırarak özgürleştirici bir potansiyel taşırken, diğer yandan bu teknolojiler, gözetim, kontrol ve otoriterleşme için de araçsallaştırılabilmektedir. Bu ikilem, “dijitalleşme ve otoriterleşme” arasındaki çatışmanın temel dinamiğini oluşturur.Dijital teknolojilerin özgürleştirici yönü, demokratik katılım ve şeffaflık alanlarında kendini gösterir. Sosyal medya platformları ve dijital iletişim araçları, sivil toplumun örgütlenmesini kolaylaştırmakta, otoriter rejimlerin sansür ve baskı politikalarına karşı direnişin yeni biçimlerini mümkün kılmaktadır. Örneğin, Arap Baharı sürecinde dijital araçların protesto hareketlerini desteklemesi, bu özgürleştirici gücün somut bir örneği olarak sıklıkla gösterilir. Bununla birlikte, dijitalleşme sadece ifade özgürlüğü alanını genişletmekle kalmayıp, aynı zamanda bilgiye erişim eşitsizliklerini azaltabilir, eğitim ve sağlık gibi kamu hizmetlerinin dijitalleşmesi yoluyla toplumsal refahı artırabilir. Bu yönleriyle dijitalleşme, demokratikleşmenin teknik altyapısı olarak görülebilir.Ancak bu teknolojilerin aynı zamanda baskıcı rejimler tarafından gözetim ve kontrol için yoğun biçimde kullanılması, dijitalleşmenin diğer yüzünü ortaya çıkarır. Gelişmiş gözetim teknolojileri; yüz tanıma sistemleri, büyük veri analizi, yapay zekâ destekli davranış takibi gibi araçlar, devletlere vatandaşlarını kapsamlı biçimde izleme ve denetleme imkânı sunar. Bu durum, özellikle otoriter ve yarı-otoriter rejimlerde siyasi muhaliflerin, sivil toplum aktörlerinin ve genel olarak toplumun geniş kesimlerinin özgürlüklerinin kısıtlanmasına neden olur. Dijital totalitarizm ya da “siber totalitarizm” kavramı, bu tür gelişmeleri tanımlamak için ortaya çıkmıştır. Burada devlet, teknolojiyi kullanarak sadece fiziksel değil, aynı zamanda dijital ve psikolojik alanlarda da vatandaşların davranışlarını şekillendirir, yönlendirir ve kontrol eder. Bu anlamda dijitalleşme, otoriterleşme sürecinin hem bir aracı hem de hızlandırıcısı konumundadır.Devlet-toplum ilişkileri, dijitalleşmenin etkisiyle yeni biçimler kazanmıştır. Dijital araçlar, devletin toplumu denetleme kapasitesini artırırken, aynı zamanda vatandaşların devlete karşı tutumlarını ve katılım biçimlerini de dönüştürmektedir. Geleneksel anlamda devlet-toplum ilişkisi, fiziksel mekanlar ve doğrudan etkileşimlerle sınırlandırılmışken, dijitalleşmeyle birlikte bu ilişki sanal platformlarda yoğunlaşmakta ve veri tabanlı modellerle yeniden şekillenmektedir. Vatandaşlar artık sadece seçmen ya da protestocu değil, aynı zamanda veri üreticisi, gözetlenen ve davranışları algoritmalarca analiz edilen bireyler konumuna gelmiştir. Bu, klasik siyaset teorilerinde yer alan “toplumsal sözleşme” kavramını da zorlamakta, yeni bir dijital toplumsal sözleşmenin gerekliliğini doğurmaktadır.Yeni dijital toplumsal sözleşme, bireylerin güvenlik karşılığında özgürlüklerinden önemli ölçüde taviz vermesiyle şekillenmektedir. Devletler, siber güvenlik, terörle mücadele, pandemi gibi gerekçelerle geniş gözetim politikalarını meşrulaştırmakta, vatandaşlar da bu politikaların sunduğu “güvenlik” hissi karşılığında mahremiyet ve ifade özgürlüğünden feragat etmektedir. Bu durum, demokratik hakların erozyonuna yol açmakta ve özgürlük ile güvenlik arasında yeni ve kritik bir gerilime sebep olmaktadır. Dijitalleşmenin bu ikilemi, devletlerin vatandaş üzerindeki denetimini artırırken, vatandaşın devlete karşı direncini de şekillendirir.Siber totalitarizmin geleceği, teknolojik gelişmelerin yönüne ve siyasal tercihlere bağlı olarak iki farklı senaryoya işaret eder. Bir yanda, dijital otoriter rejimlerin yaygınlaşması, gözetim teknolojilerinin evrenselleşmesi ve bireysel özgürlüklerin giderek daralması öngörülebilir. Özellikle yapay zekâ ve büyük veri analizlerindeki ilerlemelerle, devletlerin vatandaşlarını daha etkili kontrol etme kapasitesi artmaktadır. Öte yandan, dijitalleşmenin getirdiği teknolojik şeffaflık ve toplumsal farkındalık, sivil toplumun örgütlenmesi, etik teknolojilerin gelişimi ve uluslararası hukuk normlarının güçlenmesiyle siber totalitarizmin çözülmesi veya sınırlandırılması da mümkün görünmektedir. Bu bağlamda, dijitalleşme hem otoriterleşmenin hem de demokratikleşmenin potansiyel aracıdır.Demokratik direnç, dijitalleşme çağında yeniden düşünülmelidir. Geleneksel toplumsal hareketler, sokak gösterileri ve birebir örgütlenme biçimleri yanında, dijital direniş yöntemleri de kritik hale gelmiştir. Şifreleme teknolojileri, anonimleşme araçları, dijital aktivizm, veri hakları savunuculuğu gibi yeni stratejiler, dijital otoriterliğe karşı mücadelede ön plana çıkmaktadır. Ayrıca, devletlerin dijital politikalarını denetleyen bağımsız kurumlar ve uluslararası platformlar, dijital hakların korunmasında önemli rol oynar. Dijital çağda demokrasi, sadece seçim sandıkları ile değil, aynı zamanda veri egemenliği, mahremiyet ve bilgiye erişim hakkının güvence altına alınmasıyla anlam kazanır.
SONUÇ
Bu çalışmanın kapsamlı analizleri, dijital teknolojilerin siyasal iktidarın doğasını nasıl radikal biçimde dönüştürdüğünü ve "siber totalitarizm" olarak adlandırılabilecek yeni bir otoriterlik paradigmasının küresel ölçekte nasıl yayıldığını ortaya koymuştur. Araştırma bulguları, geleneksel otoriter rejimlerin fiziksel baskı araçlarının yerini, giderek daha sofistike dijital kontrol mekanizmalarının aldığını göstermektedir. Çin örneğinde görüldüğü üzere, sosyal kredi sistemleri ve yapay zekâ destekli gözetim ağları, devletin vatandaşların gündelik yaşamlarına daha önce görülmemiş bir derinlikle nüfuz etmesini sağlamaktadır. Rusya'da uygulanan egemen internet politikaları ise, dijital alanın ulusal sınırlar içine hapsedilmesi ve bilgi akışının mutlak devlet kontrolü altına alınması yönündeki çabaları yansıtmaktadır.Çalışmanın en çarpıcı bulgularından biri, dijital otoriterliğin yalnızca geleneksel otoriter rejimlerle sınırlı kalmadığı, liberal demokratik sistemlerde dahi "sessiz otoriterleşme" eğilimlerini beslediğidir. NSA'nın kitlesel gözetim programları ve Cambridge Analytica'nın seçmen manipülasyonu skandalları, demokratik ilkelerle bağdaşmayan uygulamaların nasıl sistemik hale geldiğini göstermektedir. Bu durum, dijital çağda özgürlük-güvenlik ikileminin giderek daha karmaşık bir hal aldığını ve geleneksel demokratik denetim mekanizmalarının bu yeni iktidar biçimleri karşısında yetersiz kaldığını ortaya koymaktadır.Ancak çalışma, bu karanlık tabloya rağmen, dijital direnişin çeşitli biçimlerinin gelişmekte olduğunu da belgelemektedir. Tor ağı, uçtan uca şifreleme teknolojileri ve blockchain tabanlı özerk sistemler, bireylerin dijital özerkliklerini korumalarına olanak tanıyan araçlar olarak öne çıkmaktadır. Elektronik Sınır Vakfı (EFF) gibi sivil toplum örgütlerinin yürüttüğü hukuki mücadeleler ve açık kaynak yazılım hareketinin geliştirdiği alternatifler, dijital totalitarizme karşı önemli direnç noktaları oluşturmaktadır. Wikileaks ve Anonymous gibi aktörlerin ifşa eylemleri ise, devletlerin ve şirketlerin gizli iktidar pratiklerini görünür kılmaktadır.Çalışmanın teorik katkısı, dijital otoriterlik olgusunu "post-panoptik" bir iktidar modeli olarak kavramsallaştırmasıdır. Foucault'nun panoptikon metaforunun aksine, günümüz dijital gözetim rejimlerinde bireyler artık potansiyel olarak izlenebileceklerini bilmenin ötesinde, aktif olarak veri üreten ve bu sürece gönüllü katılan özneler haline gelmiştir. Bu yeni iktidar biçimi, "rızanın dijital inşası" olarak adlandırılabilecek daha sinsi bir kontrol mekanizması geliştirmiştir.Politik öneriler bağlamında bu çalışma, üç temel eksende reform çağrısında bulunmaktadır: Birincisi, dijital hakların uluslararası insan hakları rejimi içinde açıkça tanımlanması ve koruma altına alınması gerekliliğidir. İkincisi, algoritmik şeffaflık ve veri denetimi mekanizmalarının güçlendirilmesi yoluyla teknoloji şirketlerinin demokratik sorumluluğunun artırılmasıdır. Üçüncüsü ise, dijital okuryazarlık programlarının yaygınlaştırılması ve sivil toplumun dijital haklar mücadelesinin desteklenmesidir.
---KAYNAKÇA---
-Wikipedia
-Uluslararası Politika Akademisi (UPA)
-Hukuk ve Bilişim Dergisi
-Kapalı yönetim biçimlerinde siber gözetim : Çin örneği -Tuğçe İyigüngör
-Bürokrasi ve Siyaset:Kuramlar ve İdeolojiler Perspektifinden Akademik Yaklaşımlar-Dr. Ögr. Üyesi Recep Kara
-BİLGİ TEKNOLOJİLERİ, E-DEVLET ve SİBEROKRASİ-Prof. Dr. Hamza Ateş
-The Guardian
-BBC
-CNN
-Adli Bilimler
-Harvard Law Review
-Cybercrime Magazine
-Arel USAM
-Quora
-Britannica
-T 24
-Sodimer
-TASAM
-Cyber Defense Initiative
-SETA Vakfı
-Independent Türkçe
-Uluslararası Bilişim ve Felsefe Dergisi,sayı 1,Yaz 2018
-GCSP
- European University Institute
-Global Policy Journal
- Stanford Üniversitesi
-ECPS
- Cambridge University Press
- Afrika-Çin Raporlama Projesi
- Carnegie Endowment for International Peace
- The National Bureau of Asian Research
- Finlandiya Uluslararası İlişkiler Enstitüsü
-University of St. Gallen
- Balsillie School of International Affairs
-Glasgow Üniversitesi
-Dublin Şehir Üniversitesi
-Trento Üniversitesi
-Charles Üniversitesi
Yorumlar
Yorum Gönder