1 Haziran 2025 Yazısı
Keşmir Sorununun Tarihsel Derinliği ve 21. Yüzyılda Dönüşen Jeopolitik Gerçekliği: Egemenlik, Güvenlik ve İnsan Hakları Ekseninde Güncel Bir Analiz
GİRİŞ
Güney Asya'nın en uzun süreli ve karmaşık sorunlarından biri olan Keşmir Sorunu, tarihsel kökenlerinden günümüze kadar çok boyutlu bir yaklaşımla incelenmektedir. Bu sorun, 1947'de Hindistan ve Pakistan'ın bağımsızlığıyla başlamış olup, yalnızca iki devlet arasındaki toprak ve egemenlik mücadelesiyle sınırlı kalmamış, aynı zamanda etnik kimlikler, dini aidiyetler, jeopolitik dengeler ve uluslararası hukuk normları çerçevesinde derinleşmiştir. Makalede, Hindistan'ın 2019 yılında Anayasa'nın 370. maddesini yürürlükten kaldırarak bölgenin anayasal statüsünü değiştirmesiyle başlayan yeni siyasal ve demografik dönüşüm süreci ele alınmıştır. Bu gelişme, Keşmir halkının siyasi hak ve özgürlüklerini zedelemiş ve Hindistan-Pakistan-Çin üçgeninde askeri ve diplomatik gerilimleri artırmıştır.Çalışma, Keşmir sorununun tarihsel arka planını, 1947 bölünmesini ve ilk çatışmaları detaylandırarak, Birleşmiş Milletler kararlarının ve statü tartışmalarının rolünü incelemektedir. Ayrıca, 21. yüzyıldaki güncel gelişmeler çerçevesinde, Hindistan Anayasası'nın 370. maddesinin iptalinin Keşmir'in özerkliğinden entegrasyona geçiş sürecini nasıl etkilediği analiz edilmiştir. Hindistan-Pakistan ilişkilerindeki askeri gerilim, retorik savaş ve diplomatik donma ele alınırken, Çin'in Ladakh bölgesindeki dolaylı müdahalesinin Keşmir üzerindeki yeni jeopolitik cephe oluşturduğu vurgulanmıştır. 2021-2024 dönemindeki siyasi ve güvenlik dinamikleri, özellikle 2024 Cammu-Keşmir seçimleri ve güvenlik operasyonları bağlamında incelenmiştir. 2025 Pahalgam saldırısının Hindistan-Pakistan gerilimini nasıl tırmandırdığı ve su krizinin Keşmir üzerindeki etkileri de değerlendirilmiştir.Makale, Keşmir'de yaşanan insan hakları ihlallerini, sivillere yönelik hak ihlallerini, medya ve bilgiye erişim sorunlarını ve uluslararası insan hakları örgütlerinin raporlarını detaylı bir şekilde ortaya koymaktadır. Uluslararası aktörlerin (BM, İİT, ABD, Çin, AB) Keşmir sorunundaki rolleri ve bu konudaki "sessizliği" ile jeopolitik çıkarların ve çifte standartların uluslararası hukukun uygulanmasını nasıl etkilediği incelenmiştir. Self-determinasyon ilkesi ile devlet bütünlüğü arasındaki çatışma, uluslararası hukukta işgal, referandum ve insan hakları tartışmaları bağlamında ele alınmıştır.Son olarak, Keşmir sorununun geleceğine ilişkin üç temel senaryo – güvenlikçi statükonun derinleştirilmesi, askeri tırmanma ve çok taraflı sürüklenme, kapsayıcı diyalog ve ademi merkeziyetçi çözüm süreci – analiz edilmiştir. Çalışma, demokratik temsiliyetin güçlendirilmesi, uluslararası gözlem mekanizmalarının kurulması, bilgiye erişimin sağlanması ve gençliğe yönelik toplumsal uyum programlarının geliştirilmesi gibi kapsamlı politika önerileri sunmaktadır. Ayrıca, Pakistan’ın “stratejik derinlik” politikası ve militan gruplarla ilişkisi, Azad Jammu ve Keşmir ile Gilgit-Baltistan’daki demokratik eksiklikler ve İslamabad’ın uluslararası hukuk çerçevesindeki tutarsızlıkları da ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Bu çalışma, Keşmir sorununu yalnızca bölgesel bir çatışma olarak değil, aynı zamanda uluslararası hukuk, insan hakları ve normatif dış politikanın sınandığı küresel bir mesele olarak ele almakta ve çözüm arayışlarına disiplinlerarası ve yapısal bir katkı sunmayı hedeflemektedir.
Keşmir Sorununun Tarihsel Arka Planı
1. 1947 Bölünmesi ve İlk Çatışmalar
Keşmir Sorunu'nun kökeni, Britanya Hindistanı’nın 1947 yılında Hindistan ve Pakistan olarak iki ayrı egemen devlete bölünmesine dayanmaktadır. Bu süreç, yalnızca iki yeni devletin ortaya çıkışıyla sınırlı kalmamış, aynı zamanda etnik, dini ve coğrafi faktörlerin iç içe geçtiği tartışmalı bölgelerin statüsüne ilişkin krizleri de beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda Cemmu ve Keşmir Prensliği, hem coğrafi konumu hem de demografik yapısı nedeniyle Hindistan-Pakistan bölünmesinin en karmaşık sorunlarından biri haline gelmiştir.1947’de İngilizler, prenslik statüsündeki yerel yönetimlerin Hindistan’a mı yoksa Pakistan’a mı katılacaklarına karar verme hakkını hükümdarlara bırakmıştır. Keşmir’in Hindu hükümdarı Maharaja Hari Singh, prensliğin nüfusunun çoğunluğu Müslüman olmasına rağmen başlangıçta tarafsız kalmayı tercih etmiş; Hindistan ya da Pakistan’a katılma kararını geciktirmiştir. Ancak Ekim 1947’de Pakistan yanlısı kabile milislerinin (genellikle "Pathan" savaşçıları olarak adlandırılan) Keşmir’e saldırması, Maharaja’yı Hindistan'dan askeri yardım istemeye zorlamıştır.Hindistan, yardımı ancak Maharaja'nın Hindistan'a katılma belgesini (Instrument of Accession) imzalaması koşuluyla sağlamıştır. 26 Ekim 1947'de bu belge imzalanmış, böylece Keşmir resmen Hindistan’a katılmıştır. Ardından Hindistan birlikleri bölgeye girmiş ve silahlı çatışmalar başlamıştır. Bu gelişme Pakistan tarafından reddedilmiş ve iki ülke ilk kez Keşmir üzerinden savaşa tutuşmuştur. 1947-1948 yılları arasında süren bu ilk Hindistan-Pakistan savaşı, Keşmir'in kuzey ve batısındaki bazı bölgelerin Pakistan’ın kontrolüne geçmesiyle sonuçlanmış, böylece fiili bir bölünme gerçekleşmiştir.Bu ilk çatışma, yalnızca bir askeri çatışma değil, aynı zamanda yeni kurulan iki devletin ulusal kimlik, güvenlik ve jeopolitik çıkarlar üzerinden şekillenen bir egemenlik mücadelesi olarak da okunabilir. Pakistan, Keşmir'in Müslüman çoğunluğu nedeniyle kendisine katılması gerektiğini savunurken; Hindistan, Maharaja’nın yasal iradesine dayanarak bölgenin Hindistan’ın ayrılmaz bir parçası olduğunu öne sürmüştür.
2. Birleşmiş Milletler Kararları ve Statü Tartışmaları
1947-1948 savaşının ardından Hindistan, Keşmir sorununu uluslararasılaştırmak amacıyla Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne taşımıştır. Bu, Hindistan'ın meseleye uluslararası hukuk çerçevesinde çözüm arayışı olarak değerlendirilebilirken; Pakistan tarafından bir diplomatik manevra olarak yorumlanmıştır. BM Güvenlik Konseyi, 1948 tarihli 47 no'lu karar ile Keşmir'de bir halk oylaması (plebisit) yapılmasını ve bölgenin nihai statüsünün bu şekilde belirlenmesini önermiştir. Ancak bu önerinin uygulanması, Hindistan ve Pakistan'ın karşılıklı şartları yerine getirmemesi nedeniyle hiçbir zaman hayata geçirilememiştir.Karara göre Pakistan, bölgedeki askeri varlığını tamamen çekmeli, ardından Hindistan da askerî kuvvetlerini yalnızca kamu düzenini sağlamakla sınırlı hale getirmeliydi. Ancak Pakistan, bu şartları yerine getirmediğini iddia eden Hindistan, halk oylamasını gerçekleştirmemiştir. Hindistan’ın resmi söylemi zamanla değişmiş, Keşmir’in Hindistan’ın anayasal ve egemen bir parçası olduğu vurgusu ön plana çıkmıştır. Buna karşın Pakistan, BM kararlarını referans alarak bölgenin geleceğinin hâlâ halkın iradesiyle belirlenmesi gerektiğini savunmuştur.BM kararları teknik olarak hâlen yürürlükte olmasına rağmen, pratikte hem Hindistan’ın hem de Pakistan’ın bu kararları kendi lehine yorumlaması, sorunun çözümünü imkânsız hale getirmiştir. 1950’li yıllardan itibaren Hindistan, Keşmir’i kendi eyalet sistemi içinde bütünleştirme sürecine başlamış; 1957’de Cemmu ve Keşmir Eyalet Anayasası kabul edilmiştir. Bu, Keşmir’in özel statüsünü tanıyan Hindistan Anayasası’nın 370. Maddesiyle paralel bir uygulamaydı. Ancak bu statü de 2019 yılında Hindistan tarafından kaldırılmış ve bölge merkezi idareye bağlı bir birlik toprağına dönüştürülmüştür. Bu durum, yalnızca Keşmir’de değil, uluslararası alanda da ciddi tepkilere neden olmuştur.BM’nin Keşmir üzerindeki etkisizliği, örgütün barışı koruma kapasitesine yönelik genel eleştirilerin bir yansıması olarak okunabilir. Bugün gelinen noktada BM, yalnızca barış çağrısı yapan sembolik açıklamalarla sınırlı kalmakta, kararlarının uygulanabilirliği konusunda ciddi bir güç boşluğu bulunmaktadır.
21. Yüzyılda Keşmir: Güncel Gelişmeler
1. 2019’da Hindistan Anayasası’nın 370. Maddesinin İptali: Özerklikten Entegrasyona Zorunlu Geçiş
Keşmir’in Hindistan'a katılım süreci 1947 tarihli “İlhak Senedi” (Instrument of Accession) ile başlamış, Cammu ve Keşmir prensi Hari Singh’in Hindistan’a katılım kararı, bölgedeki Pakistan yanlısı milislerin saldırısı sonrası verilmişti. Hindistan Anayasası'nın 370. maddesi, bu katılımın özel koşullarını garanti altına alarak Cammu ve Keşmir’e “özerk eyalet” statüsü tanımıştır. Bu madde, Hindistan federalizmi içinde benzersiz bir yapı ortaya koymuş, bölgenin ayrı anayasa oluşturma ve sadece savunma, dış ilişkiler ve iletişim gibi konularda merkezi hükümete bağlı olmasını öngörmüştür.5 Ağustos 2019’da, Narendra Modi liderliğindeki Hindistan Halk Partisi (BJP) hükümeti, 370. maddeyi fiilen yürürlükten kaldırarak bölgenin anayasal statüsünü değiştirmiştir. Hindistan İçişleri Bakanı Amit Shah, bu hamleyi "ulusal birlik ve beraberliği sağlama" gerekçesiyle savunmuştur. Ancak bu karar, hem içerik hem de yöntem açısından eleştirilmiştir: Karar alınmadan önce Keşmir’de internet erişimi kesilmiş, siyasetçiler gözaltına alınmış, bölge militarize edilmiş ve yerel halkın hiçbir şekilde sürece katılımı sağlanmamıştır.Bu adım, BJP’nin Hindistan’da "tek millet, tek yasa" (One Nation, One Constitution) vizyonunun bir parçası olarak sunulsa da, gerçekte Hindistan'ın laiklik ve çoğulculuk temelli anayasal yapısına karşı "majoritarian" (çoğunlukçu) bir müdahale olarak değerlendirilmiştir. Aynı zamanda, bu adım Modi hükümetinin Hindutva ideolojisinin bir dışavurumu olarak görülmektedir. Hindutva, Hindistan’ı Hindu kimliği üzerinden tanımlamayı amaçlayan kültürel bir milliyetçilik anlayışıdır ve Müslüman çoğunluklu Keşmir’in bu ideolojiyle uyumsuzluğu, merkezin müdahalesini zorunlu kılmıştır.370.maddenin kaldırılması, Keşmir'in demografik yapısını değiştirme potansiyeli taşıyan yeni yasaların da önünü açmıştır. Artık Hindistan’ın diğer eyaletlerinden bireylerin bölgeye yerleşmesi, mülk edinmesi ve istihdam edilmesi mümkün hale gelmiştir. Bu durum, Keşmir halkı arasında kültürel asimilasyon ve kimlik silinmesi korkularına neden olmuş; yerel partiler ve sivil toplum kuruluşları, “Hindistanlaşma” politikalarının kültürel bir hegemonya yaratma girişimi olduğunu savunmuştur.
2. Hindistan-Pakistan İlişkilerinde Değişim: Askeri Gerilim, Retorik Savaş ve Diplomatik Donma
Hindistan ile Pakistan arasındaki ilişkiler, Soğuk Savaş döneminden bu yana Keşmir üzerinden şekillenmiş, bölgesel güvenlik mimarisi büyük ölçüde bu soruna göre şekillendirilmiştir. 2019’da Hindistan’ın anayasal adımı, Pakistan tarafından “BM Güvenlik Konseyi kararlarının ve ikili anlaşmaların (özellikle Simla Anlaşması - 1972) ihlali” olarak değerlendirilmiştir. Zira BM kararları, Keşmir’in statüsünün halk oylamasıyla belirlenmesini öngörmektedir ve bu tür tek taraflı değişiklikler uluslararası hukuk açısından sorun teşkil etmektedir.Pakistan, Hindistan’ın 370. maddeyi kaldırmasına uluslararası kamuoyunu harekete geçirme çabalarıyla karşılık vermiştir. İslamabad yönetimi, Türkiye, Malezya ve Çin gibi ülkelerden destek almış; konuyu İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT), BM Genel Kurulu ve Avrupa Parlamentosu gündemine taşımıştır. Ancak Batılı ülkelerin çoğu, Hindistan’ı stratejik bir ortak olarak gördüklerinden, bu konuda sınırlı ve temkinli tepkiler vermekle yetinmiştir.Aynı yıl Şubat ayında Pulwama’da gerçekleşen ve 40 Hint güvenlik görevlisinin ölümüne yol açan saldırı, iki ülke arasında diplomatik temasların tamamen kopmasına neden olmuştur. Hindistan, saldırıyı Pakistan merkezli terör örgütü Ceyş-i Muhammed'in üstlendiğini ilan etmiş ve Pakistan’ın Bahavalpur kentindeki örgüt kamplarına hava operasyonu düzenlemiştir. Bu gelişme, iki nükleer güç arasında doğrudan savaş ihtimalini artırmış; Hindistan savaş uçaklarının Pakistan hava sahasında düşürülmesi gerilimi daha da derinleştirmiştir.2019 sonrası dönemde karşılıklı güven tamamen ortadan kalkmış, diplomatik kanallar minimum düzeye inmiş ve sınır hattındaki askeri hareketlilik artmıştır. Pakistan tarafı, sınır boyunca “çitlendirme” faaliyetleri yürütürken; Hindistan da “anti-terör” gerekçesiyle bölgede daha sıkı güvenlik önlemleri uygulamaya başlamıştır. Her iki ülke de halklarını "Keşmir davası" etrafında mobilize ederek milliyetçi duyguları körüklemiştir. Bu noktada çatışma, yalnızca egemenlik sorunu değil, aynı zamanda ulusal kimlik inşasının temel bileşeni haline gelmiştir.
3. Çin’in Dolaylı Müdahalesi: Ladakh’ta Yeni Bir Jeopolitik Cephe
Keşmir üzerindeki rekabet Hindistan-Pakistan ekseninde klasikleşmiş bir sorunken, 2019 sonrası dönemde Çin’in daha aktif ve agresif bir aktör olarak sahneye çıkması, sorunun boyutlarını değiştirmiştir. Ladakh bölgesinin özel statüsünün kaldırılması, Hindistan ile Çin arasındaki fiili sınır hattı olan “Gerçek Kontrol Hattı”nın (LAC) doğrudan tartışmalı hale gelmesine neden olmuştur.Çin, Ladakh’ta Hindistan’ın askeri varlığını artırmasını ve bölgeyi doğrudan merkeze bağlamasını "statükoyu bozma girişimi" olarak görmüştür. Özellikle Çin’in stratejik öneme sahip olan Aksai Chin bölgesinde gerçekleştirdiği karayolu ve askeri üs yatırımları, Hindistan tarafından tehdit olarak algılanmış, sınır boyunca karşılıklı devriyeler sıklaşmıştır.Haziran 2020’de Galwan Vadisi’nde yaşanan çatışma, modern dönemde nadir görülen türden bir sınır krizi olmuştur. Taraflar arasında ateşli silah kullanılmadan, taş ve sopalarla gerçekleştirilen bu çatışma sonucunda en az 20 Hint ve ismi açıklanmayan sayıda Çin askerinin öldüğü bildirilmiştir. Bu olay, iki ülke arasında 1962 yılından bu yana yaşanan en kanlı sınır çatışmasıdır.Çin’in bu müdahalesi sadece toprak kazanımı ile sınırlı değildir. Çin, aynı zamanda Keşmir sorununu Pakistan ile geliştirdiği stratejik ortaklığın bir parçası olarak ele almakta ve Hindistan’ı çevreleme stratejisinin bir ayağı olarak kullanmaktadır. Bu bağlamda Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru (CPEC), Keşmir’in Çin açısından ekonomik ve lojistik bir jeopolitik merkez haline gelmesine neden olmuştur. Hindistan ise CPEC’in kendi egemenlik haklarını ihlal ettiğini savunmaktadır; çünkü proje Keşmir’in Pakistan’ın kontrolündeki bölümünden geçmektedir.Çin-Hindistan ilişkileri, bu gelişmeler sonrasında sadece Ladakh’ta değil, Bhutan sınırı (Doklam) ve Arunachal Pradesh gibi diğer bölgelerde de gerginleşmiştir. Taraflar diplomatik düzeyde görüşmeler yürütseler de sahada askeri yığınak ve altyapı yatırımları devam etmekte, bu da sınırın kalıcı bir istikrarsızlık alanı olmasına neden olmaktadır.
4. 2021–2024 Döneminde Keşmir’de Siyasi ve Güvenlik Dinamikleri
2019 yılında Hindistan'ın Anayasa'nın 370. maddesini iptal etmesinin ardından, Keşmir bölgesinde siyasi ve güvenlik açısından önemli değişiklikler yaşanmıştır. 2024 yılında Cammu-Keşmir'de yapılan milletvekili seçimleri, bölgenin siyasi yapısında belirleyici olmuştur. Bu seçimlerde, Hindistan Ulusal Kongresi (INC) ile Cammu-Keşmir Ulusal Konferans Partisi ittifakı, 90 sandalyeden 48'ini kazanarak Meclis'te çoğunluğu elde etmiştir. Bu ittifak, bölgenin özel statüsünün geri getirilmesini savunmaktadır. Ancak, Hindistan Halk Partisi (BJP) lideri Başbakan Narendra Modi hükümeti, Cammu-Keşmir'e özel statünün geri getirilmeyeceğini belirtmiştir .Güvenlik açısından, 2024 yılı boyunca Hindistan güvenlik güçleri, Keşmir'de 250'den fazla operasyon düzenlemiş, bu operasyonlarda 180 direnişçi ve 60 asker hayatını kaybetmiştir. Birleşmiş Milletler ve Human Rights Watch'un raporlarına göre, Keşmirli gençler Hindistan'a karşı sivil ve silahlı direnişlerini artırmıştır .
5- 2025 Pahalgam Saldırısı ve Hindistan-Pakistan Gerilimi
22 Nisan 2025'te Hindistan'ın Cammu-Keşmir bölgesindeki Pahalgam kasabasında düzenlenen terör saldırısında 26 turist hayatını kaybetmiştir. Bu olay, Hindistan ve Pakistan arasındaki gerilimi artırmıştır. Hindistan, saldırının Pakistan menşeli Direniş Cephesi tarafından gerçekleştirildiğini iddia etmiş, Pakistan ise bu iddiaları reddetmiştir .Saldırının ardından Hindistan, Pakistan ile olan diplomatik ilişkilerini ve İndus Suları Anlaşması'nı askıya almış, Pakistanlı diplomatları sınır dışı etmiş, sınır kapılarını kapatmış ve vizeleri iptal etmiştir. Pakistan da benzer şekilde Hint vatandaşlarına verdiği vizeleri iptal etmiş, hava sahasını Hindistan'a kapatmış ve ticari ilişkilerini durdurmuştur .Bu gelişmeler, iki nükleer güç arasında savaş pozisyonuna gelinmesine neden olmuştur. Ancak, 10 Mayıs 2025'te ABD'nin arabuluculuğunda Hindistan ve Pakistan arasında bir ateşkes anlaşması imzalanmıştır.
6-Çin’in Keşmir Politikası ve Bölgesel Denge
Çin, Keşmir bölgesindeki gelişmeleri yakından takip etmektedir. Çin'in Keşmir politikası, Pakistan ve Hindistan arasında dengeli bir tarafsızlık yaklaşımına dayanmaktadır. Ancak, Çin'in 2015'te başlattığı ve Pakistan'ın kontrol ettiği Keşmir'den geçen Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru (CPEC) projesi, Hindistan tarafından egemenlik haklarının ihlali olarak görülmektedir .Ayrıca, Çin'in Keşmir bölgesindeki Aksai Chin üzerindeki hak iddiaları, Hindistan'ın sınır güvenliğini tehdit eden bir unsur olarak algılanmaktadır. Bu durum, Çin'in Keşmir'deki etkisini artırarak Hindistan'ı bölgesel anlamda dengeleme stratejisini sürdürmesine neden olmaktadır .
7-Su Krizi ve Keşmir Üzerindeki Etkileri
Hindistan ve Pakistan arasındaki Keşmir sorunu, su kaynakları üzerinde de etkili olmaktadır. İndus Nehri'nin kolları Hindistan topraklarından, özellikle de Hindistan kontrolündeki Keşmir bölgesinden doğmaktadır. Hindistan, bu bölgedeki kollar üzerinde suyu kontrol etmeye yönelik bir hidropolitika uygulayarak birçok baraj ve hidroelektrik santral projesi geliştirmiştir. Bu durum, Pakistan'ın su güvenliğini tehdit etmektedir .Su Politikaları Derneği 2025 yılında, Hindistan'ın İndus Suları Anlaşması'nı askıya alması, Pakistan tarafından "casus belli" yani savaş sebebi olarak değerlendirilmiştir. Bu gelişme, iki ülke arasındaki gerilimi daha da artırmıştır .
Keşmir'de İnsan Hakları ve Güvenlik İkilemi
Hindistan ve Pakistan arasında uzun yıllardır süregelen Keşmir meselesi, sadece bir toprak ve egemenlik tartışması olmaktan ziyade aynı zamanda ciddi bir insan hakları krizine dönüşmüştür. Özellikle Hindistan idaresindeki Jammu ve Keşmir bölgesinde, güvenlik politikalarının baskınlığı altında sivillerin temel hak ve özgürlüklerinin sistematik şekilde ihlal edildiği gözlemlenmektedir. Bu bağlamda, bu bölümde sırasıyla sivillere yönelik hak ihlalleri, medya ve bilgiye erişim sorunları, ve uluslararası insan hakları örgütlerinin raporları temelinde Keşmir’deki güncel durum analiz edilmektedir.
1- Sivillere Yönelik Hak İhlalleri
Keşmir'de sivillere yönelik hak ihlalleri, özellikle Hindistan'ın bölgedeki güvenlik politikaları çerçevesinde artış göstermektedir. Hindistan Anayasası’nın 370. maddesinin 5 Ağustos 2019 tarihinde iptaliyle birlikte Keşmir'in özerk statüsünün sona erdirilmesi, hem bölgenin demografik yapısını değiştirme riski doğurmuş hem de güvenlik güçlerinin olağanüstü yetkilerle donatılması sonucunu doğurmuştur. Bu tarihten itibaren uygulamaya konulan geniş çaplı gözaltılar, sokağa çıkma yasakları ve toplu tutuklamalar, uluslararası insan hakları normlarına aykırı uygulamaları beraberinde getirmiştir.İnsan hakları örgütleri, Hint güvenlik güçlerinin sivillere karşı keyfi tutuklamalar, zorla kaybetmeler, işkence ve öldürme vakaları gerçekleştirdiğini belgelemektedir. Özellikle 1990’lardan bu yana yürürlükte olan Silahlı Kuvvetler Özel Yetki Yasası (AFSPA), Hint askerlerine yargı dokunulmazlığı sağlamakta ve bu da ciddi bir cezasızlık kültürüne yol açmaktadır. Hindistan Ulusal İnsan Hakları Komisyonu’nun raporları dahi, bölgede işlenen suçların soruşturulmasında yapısal yetersizlikler olduğunu ortaya koymaktadır.Kadınlara yönelik hak ihlalleri de dikkat çeken bir diğer başlıktır. Kadınların cinsel şiddete uğradığı vakalar sıklıkla rapor edilmekte, ancak adli süreçlerin işletilmemesi nedeniyle faillerin çoğu yargı önüne çıkarılamamaktadır. Bu durum, bölge halkı üzerinde hem psikolojik hem de toplumsal bir travma yaratmakta ve barış sürecini daha da zorlaştırmaktadır.
2- Medya ve Bilgiye Erişim Sorunu
Keşmir'de bilgiye erişim, Hindistan merkezi hükümetinin uygulamaları nedeniyle ciddi biçimde kısıtlanmaktadır. 2019'daki anayasa değişikliğinin hemen ardından bölge genelinde uygulanan iletişim karartması (internet ve telefon hatlarının kapatılması), modern tarihteki en uzun internet kesintilerinden biri olarak kayda geçmiştir. Yaklaşık altı ay süren bu kesinti, yalnızca gazetecilerin değil, akademisyenlerin, sivil toplumun ve sıradan yurttaşların da bilgi akışına ulaşmasını engellemiştir.Gazeteciler üzerindeki baskı, medya özgürlüğü açısından endişe verici bir seviyeye ulaşmıştır. Birçok yerel gazeteci, “devlet karşıtı faaliyetlerde bulunmak” veya “terörizmi yüceltmek” gibi muğlak yasal gerekçelerle gözaltına alınmış ya da tehdit edilmiştir. Yayın organları, hükümetin çizdiği sınırların dışına çıkmaları halinde akreditasyonlarının iptaliyle tehdit edilmektedir. Bu durum, Keşmir'de yaşanan ihlallerin ulusal ve uluslararası kamuoyuna yansıtılmasını engellemekte ve “hakikat sonrası” bir bilgi rejimi yaratmaktadır.Sosyal medya platformları da sık sık sansürlenmekte veya erişime kapatılmaktadır. Bu uygulamalar, bireylerin ifade özgürlüğünü ihlal ettiği gibi, kriz dönemlerinde halkın temel bilgilere ulaşmasını da engellemektedir. Bu bağlamda, Keşmir, küresel olarak medya özgürlüğünün en kısıtlı olduğu bölgelerden biri haline gelmiştir.
3. Uluslararası İnsan Hakları Örgütlerinin Raporları
Keşmir’deki insan hakları ihlalleri, uluslararası kamuoyunun da gündemindedir. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği (OHCHR), 2018 ve 2019 yıllarında yayımladığı raporlarda, Hindistan kontrolündeki Keşmir’de sistematik hak ihlallerine dikkat çekmiştir. Bu raporlarda, keyfi gözaltılar, güvenlik güçlerinin orantısız güç kullanımı, ifade özgürlüğünün bastırılması ve adalete erişimin engellenmesi gibi konular öne çıkmaktadır.Ancak Hindistan bu raporları “yanlı” ve “ülkenin iç işlerine müdahale” olarak değerlendirmiş, herhangi bir uluslararası mekanizmanın devreye girmesine karşı çıkmıştır. Bu durum, devletlerin egemenlik anlayışı ile uluslararası insan hakları hukukunun çeliştiği bir alan yaratmaktadır.Amnesty International, Human Rights Watch ve Uluslararası Af Örgütü gibi kuruluşlar, Keşmir’deki durumu düzenli olarak izlemekte ve raporlamaktadır. Özellikle 2020 sonrasında artan baskı ortamı, bu örgütlerin bölgedeki faaliyetlerini zorlaştırmakta, bazıları Hindistan'da faaliyet göstermeleri yasaklandığı için yalnızca dış kaynaklara dayalı çalışmalar yürütebilmektedir.Bu raporlar, uluslararası hukuk ve insan hakları normlarının Keşmir’de uygulanmadığını belgeleyerek, sorunun sadece bir “iç mesele” olmadığını, aynı zamanda küresel bir insan hakları sorunu olduğunu da ortaya koymaktadır. Ancak uluslararası aktörlerin bu raporları dikkate alan somut adımlar atmaması, mevcut ihlallerin devam etmesine zemin hazırlamaktadır.
Uluslararası Aktörlerin Rolü ve Sessizliği
1- BM, İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT), ABD, Çin ve AB Perspektifleri
Keşmir sorunu, Güney Asya'nın en kronik ve çözülmesi zor ihtilaflarından biri olmasının ötesinde, uluslararası aktörlerin dış politika öncelikleri ve normatif değerleri arasındaki çelişkileri gözler önüne seren bir vaka olarak önem arz etmektedir. 1947’de Hindistan ve Pakistan arasında başlayan bu ihtilaf, zaman içerisinde sadece iki devletin jeopolitik rekabeti olmaktan çıkmış, uluslararası toplumun da sınandığı bir mesele haline gelmiştir. Buna karşın, başta Birleşmiş Milletler (BM) olmak üzere uluslararası aktörlerin tepkileri büyük ölçüde sınırlı, çoğu zaman da etkisiz kalmıştır.Birleşmiş Milletler, Keşmir konusunda tarihsel olarak en erken ve en net pozisyonu alan uluslararası örgüttür. 1948 ve 1949 tarihli BM Güvenlik Konseyi kararlarıyla Keşmir’de halk oylaması yapılması gerektiği açıkça belirtilmiş, bölgenin nihai statüsünün halkın iradesiyle belirlenmesi çağrısında bulunulmuştur. Ancak bu kararlar hiçbir zaman uygulamaya geçirilmemiştir. Hindistan’ın plebisiti kendi egemenlik anlayışına aykırı görmesi ve Pakistan ile yaşanan karşılıklı güvensizlik, BM kararlarını işlevsiz hale getirmiştir. 21. yüzyılda ise BM’nin rolü büyük ölçüde insani raporlarla sınırlı kalmıştır. Özellikle 2018 ve 2019 yılında yayımlanan BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği raporları, Keşmir’deki ciddi insan hakları ihlallerine dikkat çekmiştir. Ancak Hindistan bu raporları, iç işlerine müdahale olarak nitelendirmiş ve BM’nin çağrılarına kayda değer bir karşılık vermemiştir.İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ise Keşmir meselesine düzenli olarak dikkat çeken yegâne uluslararası bloklardan biridir. Teşkilat, neredeyse her yıllık zirvesinde Keşmir’deki gelişmeleri gündeme getirmiş, Hindistan’ın uygulamalarını sert biçimde eleştirmiştir. Bununla birlikte, İİT’nin Hindistan’a karşı etkili yaptırım araçlarının olmaması ve birçok üye devletin Hindistan’la güçlü ekonomik ilişkiler içinde bulunması, bu çıkışların etkinliğini büyük ölçüde sembolik hale getirmektedir. Özellikle Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi Körfez ülkelerinin Hindistan’a yönelik ekonomik yatırımları, bu ülkelerin Keşmir konusunda daha ihtiyatlı bir dil kullanmasına neden olmaktadır.Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Keşmir konusunda tarihsel olarak dalgalı bir tutum sergilemiştir. Soğuk Savaş döneminde Pakistan’ın Batı bloğuna yakınlığı nedeniyle bu ülkeye daha fazla destek veren ABD, Soğuk Savaş sonrası dönemde Hindistan’ın yükselen ekonomik ve stratejik önemini göz önünde bulundurarak Hindistan’a yönelmiştir. Özellikle 2019’da Hindistan’ın Anayasa’nın 370. maddesini iptal ederek Keşmir’in özerk statüsüne son vermesi sonrası dönemde, ABD yönetimi yalnızca "tarafların itidalli davranması" yönünde açıklamalar yapmakla yetinmiştir. Bu yaklaşım, ABD'nin uluslararası normlar yerine jeostratejik çıkarlarını öncelediğini göstermektedir.Çin’in Keşmir politikasındaki yaklaşımı ise çok katmanlıdır. Bir yandan, Hindistan ile Çin arasındaki sınır ihtilafları (özellikle Ladakh bölgesinde) Keşmir meselesini doğrudan ilgilendirir hale getirmiştir. Çin, Hindistan’ın Keşmir’in statüsünü değiştiren adımlarına karşı BM nezdinde Pakistan’ı destekleyen açıklamalarda bulunmuştur. Diğer yandan Çin’in bu tavrı, kendi içindeki Sincan Uygur Özerk Bölgesi’ne ilişkin insan hakları eleştirilerine karşı savunmacı bir pozisyonla çelişmektedir. Bu bağlamda Çin, Keşmir meselesini daha çok Hindistan’a karşı jeopolitik bir baskı unsuru olarak kullanmaktadır.Avrupa Birliği (AB) ise daha çok insan hakları perspektifinden meseleye yaklaşmakta, sivillerin hak ihlallerine maruz kalması, iletişim engelleri ve demokratik süreçlerin askıya alınması gibi konulara odaklanmaktadır. 2019 sonrası Avrupa Parlamentosu’nda çeşitli karar tasarıları gündeme gelmiş, ancak bunların çoğu bağlayıcılıktan uzak, sembolik metinler olmuştur. Hindistan ile yürütülen stratejik ortaklıklar ve serbest ticaret müzakereleri, AB’nin daha güçlü bir duruş sergilemesinin önünde engel teşkil etmektedir.
2- Jeopolitik Çıkarlar ve Çifte Standartlar
Uluslararası sistemde Keşmir’e ilişkin sessizlik ve tepkisizlik, büyük ölçüde devletlerin normatif değerlerden çok jeopolitik çıkarlarla hareket etmelerinin bir sonucudur. Uluslararası aktörlerin çoğu, bölgedeki insan hakları ihlallerini ya da hukuk dışı uygulamaları açık biçimde eleştirmekten kaçınmakta, bunun yerine Hindistan gibi bölgesel güçlerle ilişkilerini korumaya öncelik vermektedir.ABD’nin tutumu bu noktada çarpıcıdır. Demokrasi ve insan haklarını savunduğunu iddia eden Washington yönetimleri, Keşmir’deki gelişmeler karşısında genellikle sessiz kalmakta ya da genel geçer ifadelerle meseleyi geçiştirmektedir. Bunun nedeni, Çin’in yükselişi karşısında Hindistan’ı stratejik bir ortak olarak görmesi ve bu nedenle insan hakları ihlalleri konusunda "görmezden gelme" politikasını benimsemesidir. Bu durum, ABD dış politikasında normatif ilkelerden ziyade güç dengesinin belirleyici olduğunu ortaya koymaktadır.Benzer bir çelişki İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) üyesi ülkelerde de gözlemlenmektedir. Teşkilatın birçok üyesi retorik düzeyde Keşmir halkının yanında durduğunu ilan etse de, pratikte Hindistan ile sürdürülen enerji, iş gücü ve yatırım ilişkileri, bu ülkeleri etkili bir dış politika geliştirmekten alıkoymaktadır. Bu çifte standart, özellikle Pakistan gibi doğrudan etkilenen üyeler nezdinde ciddi rahatsızlık yaratmaktadır.Avrupa Birliği örneği de benzer bir tablo çizmektedir. AB, Ukrayna’daki gelişmeleri işgal ve uluslararası hukuk ihlali olarak tanımlarken, Keşmir’de Hindistan’ın fiili egemenlik değişikliğine sessiz kalmakta ya da zayıf tepkiler vermektedir. Bu durum, uluslararası hukukun evrenselliği ilkesini sorgulatmakta, normların ancak büyük güçlerin çıkarlarına hizmet ettiği ölçüde işletildiğini göstermektedir.Çin ise Keşmir konusunu daha çok stratejik bir satranç tahtası olarak değerlendirmektedir. Pakistan ile olan derin ekonomik ve askeri iş birliğini Keşmir üzerinden jeopolitik bir avantaja dönüştürmeye çalışırken, aynı zamanda Hindistan’ın bölgesel etkisini sınırlamayı amaçlamaktadır. Ancak Çin’in, kendi topraklarında yaşayan etnik azınlıklara karşı izlediği politikalarla Keşmir meselesinde sergilediği tavır arasında büyük bir tutarsızlık bulunmaktadır.Sonuç olarak, Keşmir sorununda uluslararası aktörlerin tutumları; evrensel değerlere olan bağlılıktan çok, güç, çıkar ve stratejik hesaplara dayanmaktadır. Bu durum, sadece Keşmir halkını değil, aynı zamanda uluslararası sistemin adalet üretme kapasitesini de derinden sarsmaktadır. Çifte standartlı yaklaşımlar, hem sorunun çözümünü imkânsız hale getirmekte hem de dünya genelinde uluslararası hukuk normlarının inandırıcılığını zayıflatmaktadır.
Uluslararası Hukuk ve Egemenlik Tartışmaları
1. Self-Determinasyon İlkesi vs. Devlet Bütünlüğü
Self-determinasyon (kendi kaderini tayin) ilkesi, Birleşmiş Milletler Şartı'nın 1. ve 55. maddelerinde açıkça belirtilmiş, ulusların kendi siyasi statülerini serbestçe belirleme hakkını tanıyan temel bir ilkedir. Ancak bu ilkenin uygulanabilirliği, uluslararası hukukta devletlerin egemenliği ve toprak bütünlüğü ilkesi ile sürekli bir çatışma içerisindedir. Keşmir Sorunu, bu ikili çatışmanın en belirgin tezahürlerinden biridir.1947 yılında Hindistan ve Pakistan’ın bağımsızlığını kazanmasıyla başlayan Keşmir meselesi, Cammu ve Keşmir prensliğinin statüsüne dair belirsizlik üzerinden şekillenmiştir. Bölgenin halkı Müslüman çoğunluğa sahip olmasına rağmen, hükümdarı Hindistan’a katılma kararı almış, bu ise Pakistan’ın ve halkın bir kısmının tepkisini çekmiştir. BM Güvenlik Konseyi’nin 1948 ve 1949 tarihli kararlarında Keşmir halkının referandum yoluyla kendi geleceğini belirlemesi gerektiği belirtilmiştir. Ancak Hindistan bu referandumu güvenlik gerekçeleriyle sürekli ertelemiş ve daha sonra bölgenin Hindistan’a ait olduğunu kesin olarak ilan etmiştir.Bu noktada self-determinasyon ilkesi, sadece sömürgeci yönetimler altındaki halklar için değil, aynı zamanda yerel çoğunlukların demokratik iradesiyle ayrılmak istedikleri durumlar için de geçerli midir sorusu gündeme gelir. Uluslararası Adalet Divanı’nın Kosova Danışma Görüşü (2010), bu konuda emsal kabul edilen bir örnektir. Divan, Kosova'nın tek taraflı bağımsızlık ilanının uluslararası hukuku ihlal etmediğini belirtmiştir. Ancak bu durum, Keşmir gibi ihtilaflı bölgelerde benzer bir uygulamanın önünü açmamıştır. Hindistan, bölgedeki ayrılıkçı talepleri ülkenin ulusal güvenliği, terörle mücadele ve bütünlüğünün korunması gerekçeleriyle bastırmaya çalışmakta; Pakistan ise self-determinasyon hakkına vurgu yapmaktadır.Keşmir örneği, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ile devletlerin sınır bütünlüğü arasındaki gerilimin uluslararası düzlemde çözümsüz bırakıldığı alanlardan biridir. Bu çelişki, uluslararası toplumun siyasi öncelikleri doğrultusunda hareket ettiğini ve ilkelerin her zaman evrensel ölçekte uygulanmadığını ortaya koymaktadır.
2-Uluslararası Hukukta İşgal, Referandum ve İnsan Hakları
Hindistan’ın 2019 yılında Anayasa’nın 370. maddesini iptal ederek Cammu ve Keşmir’e tanınan özel statüyü kaldırması, uluslararası hukuk bağlamında yeni tartışmalar doğurmuştur. Bu hamle, bölgenin de facto askeri kontrol altında tutulduğu, halkın siyasi temsil imkanlarının ortadan kaldırıldığı ve yerel nüfusun demografik olarak değiştirilmeye çalışıldığı iddialarıyla birlikte fiilî bir iç işgal olarak yorumlanmıştır. Pakistan, bu gelişmeyi “yasadışı ilhak” olarak tanımlarken, Hindistan bu adımı “iç egemenlik alanı” olarak değerlendirmiştir.Uluslararası hukukta işgal, bir devletin başka bir devletin toprağını zorla kontrol etmesi anlamına gelir (1949 Cenevre Sözleşmesi). Keşmir’deki durum ise daha karmaşıktır. Zira Keşmir, uluslararası toplum tarafından resmi olarak Hindistan’ın bir parçası olarak tanınmakla birlikte, bu statü siyasi olarak tartışmalıdır ve BM kararlarıyla şartlıdır. Bu durum, bölgedeki insan hakları ihlallerinin yalnızca iç hukukla değil, aynı zamanda uluslararası insancıl hukuk ve uluslararası insan hakları hukuku açısından da değerlendirilmesini zorunlu kılar.Özellikle 2019 sonrası dönemde bölgeye yönelik iletişim ablukası, siyasi tutuklamalar, ifade özgürlüğünün sınırlandırılması ve sivillere yönelik orantısız güç kullanımı, uluslararası insan hakları örgütlerinin raporlarında geniş yer bulmuştur. Amnesty International ve Human Rights Watch gibi kuruluşlar, Keşmir'deki durumun uluslararası gözlemciler tarafından izlenmesine izin verilmemesini eleştirmiştir.Referandum meselesi ise uzun süredir dondurulmuş bir uluslararası yükümlülük olarak kalmaktadır. BM Güvenlik Konseyi kararları, halkın iradesine başvurulması gerektiğini vurgulasa da Hindistan bu kararları bağlayıcı değil, “tarihi bağlamda geçerliliğini yitirmiş” olarak yorumlamaktadır. Oysa uluslararası hukukun temel ilkelerinden biri, halkların siyasi geleceklerini belirleme hakkıdır ve referandumlar, bu hakkın en meşru aracıdır.Keşmir'deki durum, sadece bölgesel bir sınır anlaşmazlığı değil, aynı zamanda uluslararası hukukun çifte standartlarla uygulanmasının bir örneğidir. İşgal tanımı, referandum yükümlülüğü ve insan hakları ihlalleri üçgeninde şekillenen bu mesele, çözülmemiş her gün, daha karmaşık bir hâl almaktadır.
Keşmir Sorununun Geleceği Üzerine Senaryolar ve Politika Önerileri
Durumun Geleceği Üzerine Senaryolar
Keşmir, Güney Asya’nın en karmaşık ve süreğen kriz alanlarından biri olmaya devam etmektedir. Bu durum, yalnızca tarihsel çatışmaların mirasını değil, aynı zamanda günümüzdeki jeopolitik kırılganlıkları da yansıtmaktadır. 1947’den bu yana Hindistan ve Pakistan arasında üç savaşın odak noktası olan bu bölge, 21. yüzyılda ise hem iç hem dış politikada keskinleşen etnik, dini ve güvenlik eksenli ayrışmaların zemini haline gelmiştir. Özellikle 2019 sonrası dönemde Hindistan’ın Cammu Keşmir’in özel statüsünü kaldırması, bölgedeki siyasi yapıyı kökten dönüştürmüş; yeni bir “hegemonik statüko” inşa edilmiştir. Bu bağlamda Keşmir’in geleceğine dair üç temel senaryo üzerinde durmak mümkündür.
1. Güvenlikçi Statükonun Derinleştirilmesi Senaryosu
Hindistan’ın Bharatiya Janata Partisi (BJP) liderliğinde yürüttüğü ulus-devlet inşa politikaları, özellikle Cammu Keşmir örneğinde etnik homojenleşmeye dönük bir merkezileşme stratejisiyle birleşmiştir. Anayasa’nın 370. maddesinin iptali, yalnızca sembolik bir egemenlik ilanı değil, aynı zamanda Müslüman çoğunluklu bölgede Hindu yerleşimlerini artırma politikası çerçevesinde demografik mühendislik girişimidir. Bu bağlamda, Hindistan’ın yerinden edilme, mülkiyet transferi ve seçim bölgelerinin yeniden yapılandırılması gibi uygulamaları kalıcı hale getirmeye çalıştığı bir “fiili entegrasyon” süreci işletilmektedir.
Bu senaryo, kısa vadede Hindistan için kontrol edilebilir bir “barışçıl çözüm” gibi görünse de, uzun vadede halkın iradesi yok sayıldıkça sosyopolitik tepkilerin radikalleşmesi ve yeni nesil bir direnişin ortaya çıkması olasıdır. Dolayısıyla bu süreç, bölgeyi bir “kontrollü otoriterliğe” sürüklerken, Hindistan’ın uluslararası insan hakları sicilinde kalıcı lekeler bırakabilir. Ayrıca, Keşmir’in siyasal sistemden dışlanması, Hindistan içi demokratik yapının da meşruiyetini zedelemektedir.
2. Askeri Tırmanma ve Çok Taraflı Sürüklenme Senaryosu
Keşmir hattında Hindistan ve Pakistan arasında düzenli olarak yaşanan ateşkes ihlalleri, silahlı grupların varlığı, sınırda karşılıklı casusluk ve istihbarat faaliyetleri ile siber saldırılar, klasik bir sıcak çatışma riski doğurmaktadır. Bu çatışmalar, yalnızca iki devletin değil, aynı zamanda Çin’in bölgedeki nüfuz arayışı ile de daha karmaşık hale gelmektedir. Özellikle Çin’in Ladakh sınırındaki pozisyonunu güçlendirmesi, Hindistan’ın üç cephede aynı anda tehdit algılamasına yol açmaktadır.Askeri tırmanma senaryosu gerçekleşirse, Güney Asya’da nükleer bir çatışma riskinin belirmesi kaçınılmaz hale gelir. Bu durumda Keşmir, yalnızca bir toprak parçası değil, bölgesel güç rekabetinin ve ideolojik gerilimlerin arenası haline gelir. Uluslararası toplumun bu tırmanmayı durdurmak için devreye girmesi gerekebilir, ancak Hindistan’ın “iç meselemize karışamazsınız” retoriği bu müdahaleleri sınırlamaktadır.
3. Kapsayıcı Diyalog ve Ademi Merkeziyetçi Çözüm Süreci Senaryosu
Üçüncü ve daha sürdürülebilir olan senaryo ise Hindistan ile Pakistan arasında, uluslararası toplumun kolaylaştırıcılığıyla kurulacak olan kapsamlı bir diyalog süreci etrafında şekillenir. Ancak bu diyalogun klasik devletlerarası müzakere biçimini aşması, doğrudan Keşmir halkını kapsayan katılımcı ve yerel temelli bir barış mimarisine dönüşmesi gerekmektedir. Örneğin Kuzey İrlanda modelinde olduğu gibi, yerel siyasi temsilcilerin ulusal düzeyde tanınması, güven artırıcı önlemlerin yaygınlaştırılması ve uzun vadeli ekonomik-sosyal entegrasyon projelerinin devreye sokulması, çözüm sürecinin toplumsal meşruiyetini artırabilir.Bu senaryonun başarı şansı, Hindistan’ın iç siyasetinde milliyetçi-popülist çizginin zayıflamasına, Pakistan’da ise ordu-sivil yönetim ilişkilerinin dengeye kavuşmasına bağlıdır. Aynı zamanda uluslararası aktörlerin (özellikle AB, BM, İİT) teknik destek sunan, ama doğrudan müdahaleci olmayan roller üstlenmesi de bu süreci kolaylaştırabilir.
Politika Önerileri
Keşmir sorununun çözümüne dair geliştirilecek politika önerileri, yalnızca Hindistan-Pakistan eksenindeki tarihsel düşmanlıkları değil, aynı zamanda bölge halkının öznel ihtiyaçları, uluslararası normatif çerçeveler ve küresel güç dinamiklerini de gözetmelidir. Bu bağlamda önerilerin, çok katmanlı yönetişim, insan haklarına dayalı güvenlik, demokratik kapsayıcılık ve bölgesel diplomasi ilkeleriyle uyumlu olması büyük önem taşımaktadır.
1. Keşmir’de Bağımsız Gözlem ve Raporlama Mekanizmalarının Kurulması
Keşmir bölgesinde süregelen insan hakları ihlallerinin uluslararası kamuoyu tarafından daha somut biçimde izlenebilmesi için bağımsız gözlem ve raporlama mekanizmalarının oluşturulması kritik bir gerekliliktir. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği (OHCHR) ya da Uluslararası Af Örgütü gibi tarafsız kuruluşların öncülüğünde kurulacak sivil gözlemci heyetleri, Keşmir’deki güvenlik güçlerinin uyguladığı sert politikaları belgeleyerek hem uluslararası baskı oluşturabilir hem de yerel topluluklar nezdinde bir tür "güvence hissi" yaratabilir. Ancak Hindistan hükümeti bu tür girişimleri sıklıkla “egemenliğe müdahale” olarak yorumlamaktadır. Bu nedenle gözlem mekanizmasının yalnızca çatışma sonrası izleme değil, aynı zamanda insani yardım, sivillerin korunması ve uluslararası normlara uygun yönetişim süreçlerinin desteklenmesi amacıyla çalışması daha gerçekçi bir yaklaşım olacaktır. Gözlemciler, yalnızca Hindistan yönetimindeki Keşmir'de değil, Pakistan kontrolündeki Azad Jammu and Kashmir ve Gilgit-Baltistan bölgelerinde de faaliyet göstererek çift taraflı bir denge sağlayabilir. Bu yapı, BM Güvenlik Konseyi'nin 47 No’lu Kararı çerçevesinde tarafsızlığını kanıtladığı ölçüde, Hindistan üzerindeki diplomatik baskıyı artırabilir. Uzun vadede bu tür bir mekanizma, yalnızca hak ihlallerinin belgelenmesini değil, aynı zamanda uluslararası normların bölgesel iç hukuka entegre edilmesini de teşvik edecektir.
2. Keşmir Halkının Siyasi Temsilinin Güvence Altına Alınması
Keşmir sorununda yıllardır göz ardı edilen temel bir unsur, bölge halkının siyasal özne olarak tanınmamasıdır. Ne Hindistan ne de Pakistan, Keşmir halkının kendi kaderini tayin hakkını etkin bir biçimde tanımamıştır. Dolayısıyla Keşmir’in barışçıl geleceği için, yerel halkın siyasal temsil mekanizmalarına etkin ve özgür katılımının sağlanması ön koşuldur. Bu katılım yalnızca referandum yoluyla değil, aynı zamanda günlük yönetişim pratikleri aracılığıyla gerçekleşmelidir. Bunun için öncelikle Cammu Keşmir’in anayasal özerkliğini düzenleyen eski 370. Madde’nin yeniden yapılandırılması, yerel parlamentonun yetkilerinin artırılması ve bölge halkının seçimle görevlendirdiği kişilerin yetkili kılınması gereklidir. Ayrıca, bölgedeki siyasi partilerin faaliyet yürütme özgürlüğü güvence altına alınmalı, özellikle gençlerin, kadınların ve dini-etnik azınlıkların siyasete katılımı teşvik edilmelidir. Bunun yanında Keşmir'de ifade özgürlüğünü güçlendirecek bağımsız medya kanallarının açılması ve dijital mecralara sansür uygulanmaması, temsilin niteliksel derinliğini artıracaktır. Siyasi temsilden yoksun bir toplumda hak arayışı genellikle şiddet biçiminde tezahür eder. Dolayısıyla demokratik temsiliyet, yalnızca yönetişim kalitesini artırmakla kalmaz, aynı zamanda şiddet döngüsünü kıracak temel faktörlerden biridir.
3. Bölgesel Güvenlik Diyaloglarının Kurumsallaştırılması
Keşmir sorununun yalnızca Hindistan-Pakistan arasındaki ikili çatışma dinamiklerine indirgenmesi, çözüm arayışlarını daraltmakta ve sorunu bölgesel bir tehdit haline getirmektedir. Bu nedenle güvenlik diyaloğunun sadece ikili düzlemde değil, çok taraflı ve kurumsal mekanizmalar aracılığıyla yürütülmesi gereklidir. Güney Asya Bölgesel İşbirliği Örgütü (SAARC) ve Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) gibi platformlar, güven artırıcı önlemlerin tartışılacağı yapısal zeminler sunabilir. SAARC bünyesinde kurulacak bir “Barış ve İstikrar Komisyonu”, sınır ötesi kriz anlarında devreye girecek iletişim hatları, mültecilerin korunması ve su kaynaklarının ortak kullanımı gibi konularda uzlaşı zemini yaratabilir. Aynı şekilde ŞİÖ aracılığıyla Çin’in, Ladakh’taki çıkarları doğrultusunda taraflara dolaylı baskı uygulaması, dengeli bir güvenlik mimarisinin kurulmasına katkı sağlayabilir. Ayrıca, “sınır ötesi ekonomik işbirliği bölgeleri” kurularak ticaret yoluyla karşılıklı bağımlılık artırılabilir. Bu tür yapılar, tıpkı Avrupa’daki Alsace-Lorraine modeli gibi, tarihsel çatışma alanlarını işbirliği sahalarına dönüştürebilir. Kurumsallaşmış diyaloglar, askeri tırmanmaları önlerken, normatif bir çerçevede barış inşasının yolunu da açacaktır.
4. Sivil Toplum ve Gençlik Odaklı Uyum Programlarının Başlatılması
Toplumsal barışın inşasında gençlerin ve sivil toplumun oynayacağı rol hayati önem taşımaktadır. Keşmir gibi uzun süreli çatışma bölgelerinde radikalleşme riski, özellikle genç nüfus arasında oldukça yüksektir. Bu nedenle, gençlerin alternatif sosyal ve siyasal alanlara yönelmesini sağlayacak kapsayıcı programların hayata geçirilmesi gerekir. Bunlar arasında uluslararası üniversitelerle ortak yürütülecek burs ve değişim programları, yerel sivil toplum örgütlerinin kapasitelerinin güçlendirilmesi ve kültürel hafızayı korumaya yönelik projeler öne çıkar. Örneğin, Keşmir'in çok kültürlü tarihini görünür kılan dijital arşiv çalışmaları, tarihî adaletin sağlanması ve travmaların onarılması açısından son derece kıymetlidir. Ayrıca, Birleşmiş Milletler Gençlik Delegesi Programı gibi girişimlerle Keşmirli gençler küresel düzeyde temsiliyet kazanabilir. Eğitim, istihdam ve kültürel ifade alanlarında yaratılacak bu fırsatlar, genç bireylerin toplumsal sistemle barış içinde ilişki kurmasına olanak tanır. Böylece yalnızca şiddetin değil, aynı zamanda marjinalleşmenin de önüne geçilmiş olur. Bu strateji uzun vadede toplumsal bütünleşmeyi pekiştirir ve çatışma sonrası rehabilitasyon sürecine zemin hazırlar.
5. Bilgiye Erişim ve İfade Özgürlüğü Önündeki Engellerin Kaldırılması
Bilgiye erişim ve ifade özgürlüğü, demokratik yönetişimin ve hesap verebilirliğin temel direklerindendir. Ne var ki Keşmir’de internet kısıtlamaları, sosyal medya yasakları ve gazetecilerin tutuklanması gibi uygulamalar, yalnızca temel hak ihlali değil, aynı zamanda kamusal güvensizliği derinleştiren faktörlerdir. Özellikle 2019 yılında Hindistan’ın Anayasa’nın 370. maddesini yürürlükten kaldırmasının ardından, bölge defalarca kez dijital karartmaya maruz kalmış ve bu durum, bilgi akışını neredeyse tamamen durdurmuştur. Böyle bir ortamda ne yerel halk kendi yaşadığı olayları dış dünyaya aktarabilmiş, ne de uluslararası kamuoyu gelişmeleri tarafsız biçimde takip edebilmiştir. Bu nedenle Hindistan hükümetinin bilgiye erişimi anayasal bir hak olarak yeniden tanıması, ifade özgürlüğünü garanti altına alması ve bağımsız medya kuruluşlarının faaliyet göstermesine izin vermesi şarttır. Ayrıca, gazetecilerin mesleki faaliyetlerini güvenli biçimde sürdürebilmeleri için bölgeye özgü bir Basın Özgürlüğü Mekanizması kurulmalıdır. Bu tür önlemler, Keşmir’de şeffaflık ve güven inşa etmekle kalmaz, aynı zamanda bölgedeki dezenformasyonun önüne geçerek gerilimleri azaltır. Bilgiye dayalı kamuoyu, sağlıklı diyalogların önünü açar; böylece barışın toplumsal temeli güçlenmiş olur.
Pakistan’ın “Stratejik Derinlik” Politikası ve Militan Gruplarla İlişkisi
Pakistan’ın dış politikasında ve güvenlik stratejisinde uzun süredir etkili olan “stratejik derinlik” anlayışı, özellikle Keşmir Sorunu bağlamında belirginleşmiştir. Bu yaklaşım, Pakistan’ın doğrudan konvansiyonel askeri yöntemler yerine, vekil aktörler ve dolaylı araçlarla bölgesel nüfuz kurma çabalarının bir parçası olarak değerlendirilmiştir. Keşmir meselesi ise bu stratejinin en görünür ve en çatışmalı boyutunu teşkil etmektedir. Pakistan, 1947’den itibaren Hindistan ile yaşadığı üç savaşta Keşmir’in siyasi statüsünü değiştirmeyi başaramamış; bu noktadan sonra ise düşük yoğunluklu çatışma stratejisine yönelmiştir. Bu strateji, sadece sınır ötesi diplomatik baskılarla değil, aynı zamanda militan gruplar üzerinden asimetrik müdahalelerle sürdürülmüştür.1980’li yıllarda Afganistan’da Sovyet işgaline karşı direnişi desteklemek üzere kurulan ve finanse edilen silahlı gruplar, ilerleyen yıllarda Keşmir’de de aktif hale gelmiştir. Bu süreçte Pakistan istihbarat kurumu ISI, çeşitli radikal İslamcı gruplarla iş birliği içerisinde hareket etmiş; bu grupların ideolojik formasyonu, eğitimi ve lojistiği konusunda kritik roller üstlenmiştir. Hindistan’ın özellikle 1990’lı yıllarda yoğunlaştığını iddia ettiği sınır ötesi geçişler ve saldırılar, bu vekil grupların sahadaki faaliyetlerinin doğrudan sonucudur. Bu dönemde öne çıkan başlıca aktörler arasında Lashkar-e-Taiba (LeT) ve Jaish-e-Mohammed (JeM) gibi örgütler yer alır. Söz konusu gruplar, sadece askeri hedeflere değil, sivillere yönelik saldırılarla da uluslararası kamuoyunun dikkatini çekmiştir.Özellikle 2001’de Hindistan Parlamentosu’na yönelik saldırı ve 2008 Mumbai saldırıları, Pakistan merkezli bu grupların küresel güvenlik tehditleri yaratabildiğini göstermiştir. Mumbai saldırısı, sadece Hindistan'ı değil, doğrudan Batılı ülkeleri de etkileyen çok uluslu bir terör eylemi olarak kayıtlara geçmiş; Pakistan'a uluslararası baskılar yoğunlaşmıştır. Pakistan ise bu olaylar karşısında çoğu zaman ya doğrudan inkâr yoluna gitmiş ya da “devlet dışı unsurların denetim dışı faaliyetleri” argümanına sığınmıştır. Ancak bu yaklaşım, özellikle Batı'da ve Hindistan'da ikna edici bulunmamış; birçok ülke Pakistan’ın bu grupları en azından pasif biçimde himaye ettiği kanaatine varmıştır.Bu stratejik yönelimin temel gerekçesi, Hindistan’ın askeri ve ekonomik üstünlüğü karşısında Pakistan’ın klasik yöntemlerle avantaj sağlayamamasıdır. Vekil savaş taktiği, konvansiyonel güç dengesizliklerini dengelemek için kullanılan bir araç haline gelmiştir. Ancak bu politika uzun vadede Pakistan’a beklenen kazanımları getirmemiştir. Aksine, militan grupların devlet kontrolünden çıkması, iç güvenliği tehdit eden bir boomerang etkisi yaratmıştır. Bu gruplar, zamanla Pakistan içinde de dini azınlıklara, laik kesimlere ve hatta devlete karşı şiddet uygulamaya başlamıştır. Böylece Pakistan hem içeride hem dışarıda güvenilmez bir ortak olarak görülmüş; bu durum uluslararası imajına ciddi zarar vermiştir.Öte yandan, Keşmir’de faaliyet gösteren bu grupların varlığı, Keşmir halkının uluslararası alandaki meşru taleplerini gölgede bırakmıştır. Silahlı grupların sivilleri hedef alması ve dini motiflerle hareket etmesi, Keşmir’deki seküler, demokratik ve barışçıl taleplerin bastırılmasına neden olmuştur. Hindistan, bu grupların varlığını gerekçe göstererek Keşmir’de kapsamlı güvenlik önlemleri almakta ve sivil hakları kısıtlayıcı politikaları meşrulaştırmaktadır. Bu da dolaylı olarak Keşmir halkının yaşam koşullarını ağırlaştırmakta; Pakistan’ın müdahaleci yaklaşımının bölge halkına uzun vadeli bir fayda sağlamadığını göstermektedir.Uluslararası hukuk açısından bakıldığında, Pakistan’ın bu tür gruplarla olan bağları, Birleşmiş Milletler Şartı ve devletlerin birbirinin egemenliğine saygı ilkesine açık bir aykırılık teşkil etmektedir. Ayrıca, 1970 tarihli “Friendly Relations Declaration” kapsamında bir devletin başka bir devletin iç işlerine, silahlı gruplar yoluyla müdahil olması yasaklanmıştır. Uluslararası Adalet Divanı da benzer şekilde 2005 tarihli Uganda v. Congo davasında, devlet dışı aktörlerin desteklenmesini uluslararası hukuka aykırı bulmuştur. Bu bağlamda, Pakistan’ın vekil gruplar yoluyla yürüttüğü müdahaleci politika, yalnızca etik değil, hukuki olarak da ciddi bir problem alanıdır.Pakistan’ın Keşmir’de izlediği “stratejik derinlik” politikası, kısa vadeli jeopolitik kazançlar umuduyla geliştirilmiş olsa da, uzun vadede hem bölge istikrarına hem de kendi iç güvenliğine zarar vermiştir. Militan gruplara verilen destek, yalnızca Hindistan ile ilişkileri çıkmaza sokmakla kalmamış; Pakistan’ın demokratikleşme, kalkınma ve uluslararası bütünleşme hedefleriyle de çelişmiştir. Pakistan’ın bu stratejiyi terk ederek barışçıl, hukuka dayalı ve diplomatik çözüm yollarına yönelmesi, Keşmir sorununun çözümünde yapıcı bir aktör olarak konumlanmasını sağlayabilir. Aksi takdirde, Keşmir üzerindeki jeopolitik rekabet, yalnızca halkların acılarını derinleştiren bir araç olarak kalmaya devam edecektir.
Azad Jammu and Kashmir ve Gilgit-Baltistan’daki Demokratik Eksiklikler
Pakistan’ın kontrolü altında bulunan Azad Jammu and Kashmir (AJK) ile Gilgit-Baltistan (GB), Keşmir sorununda çoğu zaman Hindistan’ın tartışmalı uygulamalarının gölgesinde kalsa da, kendilerine özgü demokratik, hukuki ve yönetsel sorunlarıyla dikkat çeken bölgelerdir. Pakistan yönetimi bu bölgeleri sıklıkla “özgür Keşmir” söylemi üzerinden tanıtmaktadır; ancak bu söylemle mevcut yönetişim pratikleri arasında belirgin bir çelişki göze çarpmaktadır. Her iki bölge de, anayasal statüden yoksun, sınırlı siyasal katılım imkânlarına sahip ve doğrudan demokratik temsilin sağlanamadığı bir yapıya sahiptir. Bu durum, hem uluslararası hukuk hem de demokratik normlar açısından ciddi bir tartışmayı gündeme getirmektedir.Öncelikle hukuki statü sorunu ele alındığında, Azad Jammu and Kashmir, Pakistan’ın federal yapısı içinde resmen bir eyalet değildir ve anayasa tarafından tanımlanmış bir yerleşik statüye sahip değildir. Yine benzer şekilde Gilgit-Baltistan, Pakistan Anayasası'nın herhangi bir bölümünde resmi olarak tanımlanmamıştır. Her iki bölge, fiilen Pakistan tarafından idare edilmekte olsa da, bu idarenin anayasal ve hukuki temelleri zayıftır. Gilgit-Baltistan özelinde, 2009 yılında getirilen “Gilgit-Baltistan Empowerment and Self-Governance Order” ve bunu takip eden 2018 reformları, yüzeysel değişiklikler dışında bölgenin hukuki belirsizliğini ortadan kaldırmamıştır. Anayasa içinde bir yere konumlandırılamayan bir bölgenin, yönetişim açısından şeffaf, hesap verebilir ve demokratik bir düzende idare edilmesi oldukça güçtür. Bu belirsizlik, yalnızca idari yapıyı değil, bölge halkının vatandaşlık ve siyasi temsil haklarını da doğrudan etkilemektedir.Demokratik temsil mekanizmalarının yapısal olarak zayıf olması, bölgelerin halklarının karar alma süreçlerinden dışlanmasına neden olmaktadır. AJK’de kurulu olan meclis ve yerel başbakanlık makamları sembolik niteliktedir. Temel dış politika, savunma ve iletişim gibi kritik alanlar Pakistan hükümeti tarafından doğrudan yürütülmekte; bu yetkiler, 1970’lerden bu yana aktif olan ve merkezi hükümete bağlı Azad Jammu and Kashmir Council tarafından kontrol edilmektedir. Gilgit-Baltistan'da ise benzer şekilde kurulan meclis ve yürütme organlarının yetkileri sınırlı olup, fiili denetim Islamabad’daki federal makamlar ve özellikle askeri bürokrasi tarafından sağlanmaktadır. Bu durum, halkın iradesine dayalı bir yönetişimden ziyade yukarıdan belirlenen bir vesayet sisteminin varlığına işaret etmektedir.Bu yönetsel çerçevenin yanı sıra, ifade özgürlüğü ve basın alanındaki sınırlamalar da demokratik yaşamı baskı altına almaktadır. Uluslararası basın mensuplarının bölgelere erişimi neredeyse imkânsızdır. Yerel gazeteciler ve insan hakları savunucuları, özellikle orduyu ve güvenlik politikalarını eleştirdiklerinde çeşitli baskı mekanizmalarına maruz kalmakta; gözaltılar, tehditler ve sansür vakaları sıklıkla rapor edilmektedir. Human Rights Watch ve Amnesty International gibi uluslararası insan hakları kuruluşları, AJK ve GB'deki ifade özgürlüğü ihlallerine dair ayrıntılı raporlar sunmuştur. Bu bağlamda, "özgür Keşmir" söylemiyle çelişen bir baskı ortamı oluştuğu gözlemlenmektedir. Gerçek anlamda özgürlük, sadece dış güçlerin bölgeden çekilmesiyle değil; aynı zamanda içerideki halkın temel hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınmasıyla mümkündür.Siyasi temsiliyetin zayıflığı ve yönetsel denetimin askeri bürokrasinin elinde bulunması, bu bölgelerin kendi kaderlerini tayin etme hakkını da fiilen sınırlandırmaktadır. Pakistan, Hindistan’a karşı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1948 ve 1949 tarihli kararlarını referans göstererek Keşmir halkının self-determinasyon hakkını savunurken, kendi kontrolü altındaki bölgelerde bu hakkın tanınması konusunda isteksiz bir tutum sergilemektedir. Bu çifte standart, uluslararası hukukta meşruiyet sorunlarını beraberinde getirmektedir. Pakistan’ın Belucistan bölgesindeki ayrılıkçı taleplere verdiği otoriter tepkiyle, Keşmir için geliştirdiği özgürlükçü söylem arasındaki zıtlık, bu tutarsızlığın somut bir göstergesidir.Azad Jammu and Kashmir ile Gilgit-Baltistan’da var olan demokratik eksiklikler, yalnızca yerel halkın temel haklarını ihlal etmekle kalmamakta, aynı zamanda Pakistan’ın Keşmir meselesindeki dış politika söyleminin inandırıcılığını da zayıflatmaktadır. Bir devletin uluslararası alanda özgürlük ve hak temelli bir tutum sergileyebilmesi, öncelikle kendi egemenliği altındaki topraklarda bu değerleri uygulamasıyla mümkündür. Bu nedenle, Pakistan’ın Keşmir politikası, yalnızca Hindistan’a yönelik eleştirilerle değil; aynı zamanda kendi uygulamalarını dönüştürmeye yönelik içsel bir reform süreciyle anlam kazanabilir. Demokratik temsilin güçlendirilmesi, hukuki statünün netleştirilmesi ve ifade özgürlüğünün teminat altına alınması, bu bölgelerin barışçıl ve meşru bir yönetime kavuşmasının ön koşullarıdır.
İslamabad’ın Keşmir Meselesinde Uluslararası Hukuk Çerçevesindeki Tutarsızlıkları
Keşmir sorunu, Güney Asya’nın en karmaşık ve uzun süredir devam eden uluslararası ihtilaflarından biri olarak uluslararası hukuk ve devletlerarası ilişkiler bağlamında önemli bir çalışma alanı olmuştur. Pakistan, sorunun çözümünde özellikle uluslararası hukuk normlarına sıkça atıfta bulunarak, Keşmir halkının kendi kaderini tayin hakkını savunmaktadır. Bu söylem, 1948 yılında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 47 sayılı kararı gibi uluslararası belgelerden destek alarak dünya kamuoyuna sunulmuştur. Ancak, Pakistan’ın bu hukuki referanslara dayalı tutumu, hem uygulamada hem de söylemde önemli tutarsızlıklar içermektedir. Bu tutarsızlıklar, Pakistan’ın uluslararası hukuk ilkelerini kendi stratejik ve siyasal çıkarları doğrultusunda esnek ve seçici bir biçimde yorumlamasıyla açıklanabilir.Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1948’de aldığı karar, taraflar arasında bir plebisit yapılmasını öngörmüş ve Keşmir halkına kendi kaderini tayin hakkı verilmesini istemiştir. Bu karar, Keşmir sorununun hukuki temelini oluştururken aynı zamanda iki tarafın da askerî güçlerini çekmesini ve bölgenin barışçıl bir çözüme zemin hazırlamasını şart koşmuştur. Ancak, bu kararın uygulanması sürecinde, Pakistan’ın tutumu çeşitli açılardan eleştiriye açıktır. Hindistan tarafı gibi, Pakistan da askeri varlığını bölgede sürdürmekte ve özellikle silahlı militan gruplara yönelik dolaylı destek iddialarıyla uluslararası arenada sık sık gündeme gelmektedir. Lashkar-e-Taiba ve Jaish-e-Mohammed gibi örgütlerin faaliyetleri, Pakistan’ın resmi dış politikasıyla doğrudan bağlantılı olmasa da, bu grupların Pakistan topraklarından rahatlıkla faaliyet göstermesi ve lojistik destek bulması, uluslararası hukuk bağlamında Pakistan’ın sorumlulukları üzerinde soru işaretleri yaratmaktadır.Pakistan’ın Keşmir’deki bu stratejik tutumu, uluslararası hukukta devletlerin terörle mücadele ve egemenlik hakları bağlamında taşıdığı yükümlülüklerle çelişmektedir. Terör örgütü olarak tanımlanan bu yapıların desteklenmesi, sadece bölgesel istikrarı tehlikeye atmakla kalmayıp aynı zamanda Pakistan’ın uluslararası hukuka olan bağlılığını sorgulanır hale getirmektedir. Bu durum, Pakistan’ın kendi hukuk normlarını nasıl yorumladığı ve uluslararası hukuku nasıl bir araç olarak kullandığına dair ciddi şüpheler doğurmaktadır. Kısacası, Pakistan’ın Keşmir meselesindeki uluslararası hukuk söylemi, uygulama ile örtüşmeyen bir stratejik tercih olarak değerlendirilmelidir.Buna ek olarak, Pakistan’ın kendi kontrolü altında tuttuğu Azad Jammu and Kashmir (AJK) ve Gilgit-Baltistan bölgelerindeki siyasi ve hukuki durum, Keşmir meselesinde sunduğu self-determinasyon söylemi ile çelişmektedir. Pakistan, uluslararası platformlarda Keşmir halkının kendi kaderini tayin hakkını savunurken, bu iki bölgedeki halkın siyasi katılımı ve demokratik temsiliyetine dair ciddi kısıtlamalar mevcuttur. Azad Jammu and Kashmir resmi olarak Pakistan’dan ayrı bir bölge olarak tanıtılsa da, anayasal ve siyasi anlamda Pakistan yönetiminin doğrudan kontrolü altındadır. Gilgit-Baltistan ise Pakistan Anayasası’na dâhil edilmemiş ve muğlak bir statüye sahip, bu da bölgedeki halkın temel siyasi haklardan mahrum kalmasına neden olmaktadır. Bu durum, Pakistan’ın Keşmir’deki özgürlük ve demokrasi vurgusunun tutarlı olmadığını ve kendi denetimindeki bölgelere özgürlük ve siyasi katılım sağlamada başarısız olduğunu göstermektedir.Uluslararası hukukta self-determinasyon ilkesi, sadece toprak bütünlüğünü değil, aynı zamanda halkın iradesinin tam ve özgür bir biçimde yansımasını da kapsar. Pakistan’ın kontrolündeki Keşmir bölgelerinde halkın temel demokratik haklardan mahrum bırakılması, kendi söylemiyle doğrudan çelişmekte ve uluslararası toplumda Pakistan’ın tutarlılığını zayıflatmaktadır. Ayrıca, Pakistan’ın bu bölgelerdeki uygulamalarının, Hindistan’ın Keşmir’deki uygulamalarıyla karşılaştırıldığında ikili standartlara yol açtığı yönünde eleştiriler de mevcuttur. Bu da Pakistan’ın hukuk ve insan hakları konusundaki pozisyonunun, sadece Hindistan’a yönelik eleştirilerde kullanılmasına indirgenmiş olduğunu göstermektedir.Son olarak, Pakistan’ın Keşmir meselesinde uluslararası hukuk çerçevesinde sürdürdüğü söylem, daha çok bir normatif zemin oluşturmak yerine, stratejik bir araç olarak işlev görmektedir. Pakistan’ın uluslararası hukuk normlarını, özellikle BM kararlarını, Hindistan’a yönelik eleştirilerde ön plana çıkarırken kendi politikalarını ve bölgedeki askeri varlığını sorgulanmaktan koruması, sorunun çözümüne yönelik yapıcı bir tutumdan ziyade çatışmayı derinleştiren bir yaklaşım olarak algılanmaktadır. Uluslararası hukukta devletlerin sorumlulukları karşılıklı ve kapsamlı olarak değerlendirilirken, Pakistan’ın kendi politikalarının ve uygulamalarının hukuk normlarıyla ne kadar uyumlu olduğu titizlikle incelenmelidir.Keşmir sorununun uluslararası hukuk temelinde çözülmesi arayışında, Pakistan’ın İslamabad’daki yönetiminin tutarsızlıkları göz ardı edilemez bir gerçekliktir. Pakistan’ın, Keşmir halkının kendi kaderini tayin hakkını savunma söylemi, kendi kontrolündeki bölgelere uyguladığı siyasi kısıtlamalar ve silahlı gruplara yönelik zımni destek iddialarıyla ciddi bir sınav vermektedir. Bu bağlamda, Pakistan’ın uluslararası hukuk ilkelerine bağlılık iddiası, hem içeride hem dışarıda daha tutarlı ve bütüncül bir politika benimsemeksizin sürdürülemez. Böyle bir yaklaşım, sadece Keşmir meselesinin çözümünü geciktirmekle kalmayıp, bölgesel barış ve istikrar çabalarını da olumsuz etkilemektedir.
Pakistan’ın Keşmir Politikası: Stratejik Bir Araç mı, Yoksa Kimlik ve İdeoloji Temelli Bir Yaklaşım mı?
Keşmir meselesi, Güney Asya’nın en uzun süredir devam eden ve karmaşık etnik, dini, tarihsel ve jeopolitik dinamiklere sahip çatışmalarından biridir. Pakistan, Keşmir sorununun şekillenmesinde ve sürdürülmesinde kritik bir aktör olarak öne çıkar. Ancak Pakistan’ın Keşmir politikası, hem dış politika bağlamında stratejik bir araç olarak kullanılması hem de ülke içindeki kimlik ve ideolojik unsurların bu politikadaki belirleyici rolü açısından çeşitli tartışmalara konu olmaktadır. Bu durum, sorunun sadece bir bölgesel ihtilaf olmaktan çıkıp uluslararası politikada da karmaşık ve çok boyutlu bir meseleyi işaret ettiğini göstermektedir.Pakistan’ın Keşmir meselesine yaklaşımı, ülkenin kuruluşundan itibaren ulusal kimliğinin şekillenmesinde önemli bir yer tutmuştur. 1947’deki bölünme sürecinde Keşmir’in statüsü, Hindistan ve Pakistan arasındaki gerilimin odak noktası haline gelmiştir. Pakistan, bölgeyi hem coğrafi hem de dini açıdan kendine ait bir parça olarak görmüş ve Keşmir’in tamamının kendisine katılması gerektiğini savunmuştur. Bu söylem, Pakistan’ın iç siyaseti için de birleştirici ve meşruiyet sağlayıcı bir ideolojik unsura dönüşmüştür. Keşmir meselesi, Pakistan’daki siyasi aktörler tarafından sıkça vurgulanmakta ve ulusal birliğin simgesi olarak kullanılmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, Keşmir politikası yalnızca bir dış politika aracı değil, aynı zamanda Pakistan’ın ulusal kimliğinin ve ideolojik temellerinin bir parçası olarak da işlev görmektedir.Bununla birlikte, Pakistan’ın Keşmir meselesindeki tutumu uluslararası arenada hem destek hem de eleştirilerin odağında olmuştur. Ülkedeki bazı militan grupların Keşmir’deki çatışmalara dolaylı ya da doğrudan destek verdiği yönündeki iddialar, Pakistan’ın bölgedeki meşruiyetini zedelemiştir. Lashkar-e-Taiba ve Jaish-e-Mohammed gibi örgütlerin faaliyetleri, hem Hindistan’ın hem de uluslararası toplumun Pakistan’a yönelik eleştirilerini artırmıştır. Bu grupların Keşmir’deki güvenlik durumunu daha da kötüleştirdiği ve barış sürecini engellediği ileri sürülmektedir. Pakistan yönetimi ise bu gruplarla ilişkisini genellikle reddetmekle birlikte, güvenlik politikaları bağlamında bu yapıların varlığı ve etkisi bölgesel istikrar açısından endişe kaynağı olmaya devam etmektedir.Pakistan’ın Keşmir politikasının bir başka boyutu ise bu meselenin ülke içindeki demokratik süreçler ve yönetişim üzerinde yarattığı etkidir. Özellikle Azad Jammu ve Keşmir ile Gilgit-Baltistan bölgelerinde siyasi özgürlükler ve yerel demokratik katılımın sınırlı olduğu eleştirileri gündemdedir. Pakistan’ın "özgür Keşmir" söylemi, bu bölgelerdeki siyasi gerçekliklerle tam olarak örtüşmemektedir. Bölgesel halkın siyasi temsil ve karar alma mekanizmalarından yeterince yararlanamadığı, askeri ve merkezi otoritenin baskın olduğu çeşitli raporlarla ortaya konmaktadır. Bu durum, Pakistan’ın Keşmir konusundaki söylemi ile sahadaki uygulamalar arasındaki tutarsızlığı göstermekte ve uluslararası toplumda eleştirilere neden olmaktadır.Ekonomik perspektiften bakıldığında ise, Keşmir meselesinin Pakistan için hem bir yük hem de stratejik bir alan olduğu görülmektedir. Pakistan, Keşmir sorununu dış politikada bir öncelik olarak sürdürmekte, ancak bu durum uzun vadede ekonomik kalkınma hedeflerine olumsuz yansıyabilmektedir. Askeri harcamaların yüksekliği, bölgedeki istikrarsızlık ve yatırım ortamının riskli oluşu, Pakistan ekonomisinin potansiyel büyümesini sınırlayan faktörler arasında sayılabilir. Dolayısıyla, Keşmir meselesinin stratejik araç olarak kullanılması, ülkenin kalkınma ve sosyoekonomik ilerleme açısından önemli fırsat maliyetlerini beraberinde getirmektedir.Pakistan’ın Keşmir politikası, sadece bölgesel bir çatışma bağlamında ele alınmamalı; aynı zamanda iç siyaset, kimlik inşası, ideoloji ve uluslararası ilişkiler bağlamında çok katmanlı bir analiz gerektirmektedir. Pakistan, Keşmir’i ulusal bir dava olarak sahiplenirken, bu yaklaşımın uluslararası toplum tarafından zaman zaman stratejik araç kullanımı ve ideolojik saplantı olarak algılanması mümkündür. Hem barışın sağlanması hem de bölgesel istikrarın korunması için tarafların karşılıklı güven tesisine, demokratik katılımın artırılmasına ve radikal unsurların etkisizleştirilmesine yönelik adımlar atması kritik önemdedir. Bu süreçte Pakistan’ın kendi iç politik dinamiklerini gözden geçirmesi ve Keşmir politikasını sadece ideolojik temeller üzerine değil, pragmatik ve barışçıl çözümler doğrultusunda yeniden şekillendirmesi bölgesel barış için belirleyici olacaktır.
SONUÇ
Keşmir Sorunu, tarihsel olarak 20. yüzyılın
sömürge sonrası dönemiyle şekillenmiş; günümüzde ise etnik kimlik, dini
aidiyet, toprak egemenliği, insan hakları ve uluslararası hukuk gibi çok
katmanlı meselelerin kesiştiği karmaşık bir jeopolitik düğüm haline gelmiştir.
Bu çalışma, sorunun yalnızca Hindistan ve Pakistan arasında bir sınır
anlaşmazlığı olmadığı; aksine yerel halkın siyasal ve kültürel iradesinin
bastırıldığı, bölgesel güvenlik dengelerinin tehdit altına girdiği ve
uluslararası normların çoğu zaman çıkarlar uğruna görmezden gelindiği çok
boyutlu bir kriz alanı olduğunu ortaya koymaktadır.Tarihsel süreçte 1947’de
Hindistan-Pakistan ayrılığıyla birlikte doğan bu ihtilaf, ilk günden itibaren
silahlı çatışmalara ve uluslararası müdahalelere sahne olmuştur. Birleşmiş
Milletler tarafından alınan ancak uygulanmayan kararlar, tarafların kendi siyasi
gündemlerini Keşmir üzerinden meşrulaştırmaya çalışması ve halkın temsil
edilmediği karar mekanizmaları, sorunun yapısal olarak donmasına neden
olmuştur. Özellikle 2019 yılında Hindistan’ın Anayasa’nın 370. maddesini
kaldırması ve Cammu Keşmir’in özel statüsünü ortadan kaldırması, çatışmanın
seyrini köklü biçimde değiştirmiştir. Bu gelişmeyle birlikte Keşmir yalnızca
bir bölge değil, aynı zamanda Hindistan’ın milliyetçi iç siyasetiyle küresel
liberal normlar arasındaki gerilimin sembolü haline gelmiştir.Öte yandan
Pakistan’ın söylemsel düzeyde “Keşmir halkının hamisi” olma iddiası, kendi
yönetimindeki Azad Jammu and Kashmir ve Gilgit-Baltistan bölgelerinde
demokratik temsilin zayıflığı ve bazı radikal unsurlara verdiği dolaylı destek
nedeniyle sorgulanmaktadır. Pakistan’ın askeri ve istihbarat temelli Keşmir
politikası, hem uluslararası kamuoyunda meşruiyet zeminini zayıflatmakta hem de
yerel halkın barışçıl çözüm umutlarını baltalamaktadır. Bu duruma ek olarak,
Çin’in Ladakh bölgesinde artırdığı askeri ve stratejik baskı, sorunu yalnızca
üç taraflı bir egemenlik mücadelesine dönüştürmekle kalmamış, aynı zamanda
Hindistan-Çin sınır hattında yeni bir gerilim hattı yaratmıştır. Böylece
Keşmir, yalnızca bir etno-politik mesele değil; aynı zamanda Hindistan, Pakistan
ve Çin üçgeninde çok kutuplu bir rekabetin sahası haline gelmiştir.Çalışma
kapsamında değerlendirilen uluslararası hukuk ilkeleri – özellikle kendi
kaderini tayin hakkı, toprak bütünlüğü ilkesi ve insan haklarına saygı –
çerçevesinde Keşmir’in mevcut durumu ciddi hukuki sorunlar doğurmaktadır.
Hindistan’ın bölgedeki sivil hakları sınırlandırması, sistematik bilgi
karartmaları, internet yasakları ve siyasi temsilin ortadan kaldırılması gibi
uygulamalar, yalnızca iç hukuk normlarıyla değil, aynı zamanda uluslararası
insan hakları belgeleriyle de doğrudan çelişmektedir. Buna karşın uluslararası
toplumun Keşmir konusundaki tavrı, genellikle söylemsel düzeyde sınırlı
kalmakta; BM, AB ya da İslam İşbirliği Teşkilatı gibi aktörler, yalnızca kınama
ve kaygı bildirme düzeyinde müdahil olmaktadır. Bu durum, uluslararası hukukun
evrensel işlevselliğine dair ciddi soru işaretleri doğurmakta ve çifte standart
eleştirilerini beslemektedir.Çalışmada ortaya konulan üç temel senaryo –
güvenlikçi statükonun derinleşmesi, askeri tırmanma ve çok taraflı sürüklenme,
katılımcı ve adem-i merkeziyetçi çözüm süreci – olasılıklar bağlamında
değerlendirilmiş; özellikle üçüncü senaryonun, ancak siyasal irade ve
uluslararası destek ile hayata geçirilebileceği vurgulanmıştır. Bu bağlamda
geliştirilen politika önerileri, yalnızca çatışma yönetimi değil; aynı zamanda
kalıcı ve kapsayıcı bir barış inşası için yol haritası sunmaktadır.
Uluslararası gözlem misyonlarının bölgeye erişimi, Keşmir halkının siyasi
temsilinin anayasal güvence altına alınması, ifade özgürlüğünün sağlanması,
sivil toplum ve gençlik odaklı programlarla radikalleşmenin önlenmesi ve
bölgesel güvenlik diyaloglarının kurumsallaştırılması gibi çok yönlü önlemler,
Keşmir’de sürdürülebilir barışın temel taşlarıdır.Sonuç olarak, Keşmir
Sorunu’nun çözümü, yalnızca Hindistan ve Pakistan arasında yapılacak ikili bir
anlaşma ile değil, bölge halkının doğrudan iradesine saygı duyan, uluslararası
normatif çerçeveye uygun, çok aktörlü ve uzun vadeli bir çözüm anlayışıyla mümkündür.
Çatışma alanlarının çözümü, yalnızca silahların susmasıyla değil; adaletin
tesisi, kimliklerin tanınması ve halkların siyasal katılımının sağlanmasıyla
mümkündür. Keşmir, bu açıdan bakıldığında yalnızca bir coğrafi alan değil; aynı
zamanda barış, hak ve hukuk mücadelesinin evrensel bir test alanıdır. Bu
mücadelede başarı, yalnızca siyasi stratejilerin değil, aynı zamanda ilkesel ve
ahlaki tutarlılığın da bir sonucu olacaktır.
KAYNAKÇA
-Uluslararası Politika Akademisi (UPA)
-Wikipedia
-SASAM
-TÜRKSAM
-21. Yüzyıl Enstitüsü
-Euronews
-Independent Türkçe
-BBC
-CNN
-HİNDİSTAN-PAKİSTAN ÇATIŞMASINDA KEŞMİR SORUNU-İskender Karakaya
-Stratejik Düşünce Enstitüsü
-GZT
-Eurasian Research Institute
-İNSAMER
-SETA Vakfı
-Human Rights Watch
-Natioanl Assembly of Pakistan
-Council on Foreign Relations
-The Guardian
-Australian Institute of International Affairs
-JSTOR
-Columbia University
-ABC News
-Times of Indıa
-Financial Times
-Associated of Pakıstan
-Middle East Forum
-Fox News
-Kashmir Times
-NTV
-CSIS
-Indıa Today
-Hındustan Times
-Geo Politics-India & Pakıstan Relations
Yorumlar
Yorum Gönder