4 Kasım 2025 Yazısı

ABD’nin “Hint-Pasifik Stratejisi”nin Çin Karşıtı Kuşatma Doktrini Olarak Güney Çin Denizi’nde Yansımaları


Giriş

     Bu makale, yirmi birinci yüzyılın başlarından itibaren uluslararası ilişkiler literatürüne giren ve küresel güç dengelerinin doğuya kayışını temsil eden stratejik bir kavramsallaştırma olan "Hint-Pasifik" kavramının doğuşunu ve ABD'nin bu bölgeye yönelik stratejisini kapsamlı bir şekilde incelemektedir. Makale, Hint Okyanusu'nu da dahil ederek coğrafi ve stratejik alanı genişleten bu yeni çerçevenin, Çin'in hızla yükselen bölgesel nüfuzunu dengeleme amacı taşıyan ABD politikalarının (Obama'nın 'Pivot to Asia', Trump'ın 'Özgür ve Açık Hint-Pasifik' ve Biden'ın QUAD, AUKUS, IPEF gibi çok katmanlı ittifak ve ekonomik stratejileri) gelişimini detaylandırmaktadır. Analizin temel odak noktası, küresel ticaret ve enerji güvenliği açısından hayati önem taşıyan Güney Çin Denizi'dir. Bu bölümde, Çin'in tartışmalı 'Dokuz Çizgi Hattı' doktrini , yapay adalar inşa ederek bölgeyi militarize etme stratejisi ve ABD'nin Seyrüsefer Serbestliği Operasyonları (FONOPs) ile uyguladığı "kuşatma doktrini" arasındaki çatışma, bir güvenlik ikilemi bağlamında ele alınmaktadır. Ayrıca makale, bölgesel aktörlerin (ASEAN, Japonya, Hindistan, Avustralya) bu rekabet karşısındaki denge siyasetini , Çin'in Kuşak ve Yol Girişimi'ne karşı ABD'nin geliştirdiği ekonomik rekabeti (IPEF) ve 2016 Lahey Kararı'nın Çin tarafından reddedilmesiyle ortaya çıkan uluslararası hukukun meşruiyet sorununu tartışarak, Hint-Pasifik'teki bu mücadelenin küresel düzenin geleceği açısından taşıdığı kritik önemi vurgulamaktadır.


Hint-Pasifik Kavramının Doğuşu ve ABD’nin Bölgeye Dönüş Stratejisi

     Hint-Pasifik kavramı, yirmi birinci yüzyılın başlarından itibaren uluslararası ilişkiler literatüründe giderek daha fazla yer bulmaya başlayan, küresel güç dengelerinin doğuya kayışını temsil eden stratejik bir kavramsallaştırmadır. Bu kavram, klasik “Asya-Pasifik” tanımının ötesine geçerek, Hindistan Okyanusu ile Pasifik Okyanusu’nu tek bir jeopolitik alan olarak birleştirir. Böylece hem Çin’in doğrudan çevresini hem de Hindistan gibi yükselen güçleri aynı stratejik denklemde ele alır. Bu yeni çerçeve, yalnızca coğrafi bir genişleme değil, aynı zamanda güç dağılımının yeniden yorumlanması anlamına gelir. Zira Asya-Pasifik kavramı daha çok Doğu Asya merkezli bir dengeye işaret ederken, Hint-Pasifik tanımı bu ekseni güneye ve batıya doğru kaydırarak ABD’nin küresel stratejisine daha geniş bir manevra alanı kazandırır.

     “Asya-Pasifik”ten “Hint-Pasifik”e geçişin ardında yatan en önemli neden, Çin’in hızlı ekonomik büyümesiyle birlikte bölgesel nüfuzunun artmasıdır. Çin’in “Kuşak ve Yol Girişimi” (Belt and Road Initiative – BRI), Güney Çin Denizi’ndeki askeri tahkimatları ve deniz ticaret yolları üzerindeki etkisi, ABD’yi yeni bir stratejik tanım arayışına yöneltmiştir. Hint-Pasifik kavramı, bu anlamda, Çin’in doğudan batıya uzanan genişleme alanını çevreleyen ve onu kontrol altına almayı hedefleyen bir jeopolitik çerçeve işlevi görür. Kavramın ilk kez Japonya Başbakanı Şinzo Abe tarafından 2007 yılında Hindistan Parlamentosu’nda dile getirilmesi tesadüf değildir; Abe, “iki okyanusun ve iki demokrasinin kesişimi”nden söz ederek Japonya ile Hindistan’ı doğal müttefikler olarak tanımlamıştı. Bu söylem, daha sonra ABD tarafından stratejik bir vizyon haline getirilmiştir. Böylece Hint-Pasifik, sadece bir coğrafi bölge değil, liberal demokrasilerin otoriter rejimlere karşı dayanışmasını ifade eden ideolojik bir çerçeveye de dönüşmüştür.

     ABD’nin Hint-Pasifik stratejisinin temelleri, Barack Obama döneminde geliştirilen “Pivot to Asia” (Asya’ya Dönüş) politikasıyla atılmıştır. Obama yönetimi, 2011 yılında ilan ettiği bu politika ile Amerikan dış politikasının merkezine Asya-Pasifik bölgesini yerleştirmiştir. Bu stratejinin amacı, ABD’nin Irak ve Afganistan’daki uzun savaşlardan sonra enerjisini Pasifik’teki yükselen güç rekabetine yönlendirmekti. Çin’in artan ekonomik etkisi, Güney Çin Denizi’nde agresif tutumu ve Asya’daki ekonomik bağları, ABD açısından küresel hegemonya için doğrudan bir meydan okuma olarak görülmüştür. “Pivot to Asia” bu nedenle sadece askeri bir yeniden konumlanma değil, aynı zamanda diplomatik ve ekonomik araçlarla Çin’in çevrelenmesi stratejisiydi. ABD bu dönemde ASEAN, Japonya, Güney Kore, Avustralya gibi müttefiklerle ilişkilerini güçlendirmiş, Trans-Pasifik Ortaklığı (TPP) adlı ticaret anlaşmasını desteklemiş ve bölgede askeri varlığını yeniden düzenlemiştir. Obama’nın “akıllı güç” anlayışı, sert gücün diplomasiyle dengelendiği bir kuşatma politikası yaratmayı amaçlıyordu.

    Ancak 2017’de Donald Trump’ın göreve gelmesiyle birlikte bu strateji hem söylemsel hem de pratik düzeyde dönüşüme uğradı. Trump yönetimi, Obama döneminde geliştirilen çok taraflı diplomatik çerçeveleri zayıflattı, TPP’den çekildi ve “Önce Amerika” (America First) söylemini merkeze aldı. Bununla birlikte, Çin’e yönelik kuşatma stratejisi daha sert ve askeri bir karakter kazandı. Trump yönetimi, Hint-Pasifik kavramını resmî olarak benimseyerek, bu alanı “özgür ve açık” (Free and Open Indo-Pacific – FOIP) bir bölge olarak tanımladı. Bu söylem, görünürde serbest ticaret ve seyrüsefer özgürlüğünü savunmakla birlikte, esasen Çin’in denizlerdeki egemenlik iddialarına karşı bir karşı strateji işlevi görüyordu. ABD, bu dönemde QUAD ittifakını (ABD, Japonya, Hindistan, Avustralya) yeniden canlandırarak Asya’da deniz güvenliği işbirliklerini artırdı. Hint-Pasifik, artık yalnızca bir ekonomik alan değil, açıkça tanımlanmış bir jeostratejik mücadele sahasıydı.

     Joe Biden yönetimiyle birlikte Hint-Pasifik stratejisi yeni bir boyut kazandı. Biden, Trump dönemindeki agresif tonlamayı yumuşatmakla birlikte, Çin’i “sistemik rakip” olarak nitelemeye devam etti. ABD’nin Hint-Pasifik stratejisi bu dönemde çok taraflı diplomasiye, ittifak ağlarının genişletilmesine ve ekonomik alternatiflerin geliştirilmesine yöneldi. 2022 yılında açıklanan “Indo-Pacific Strategy of the United States” belgesi, ABD’nin bölgeye yaklaşımında üç temel hedef belirledi: bölgesel ittifakların güçlendirilmesi, Çin’in etkisinin dengelenmesi ve ekonomik sürdürülebilirliğin sağlanması. Biden yönetimi, AUKUS (ABD, Birleşik Krallık, Avustralya) anlaşmasını imzalayarak denizaltı teknolojisi üzerinden stratejik bir bağ kurdu ve Avustralya’yı Çin çevreleme zincirinin önemli bir halkası haline getirdi. Aynı zamanda “Hint-Pasifik Ekonomik Çerçevesi” (Indo-Pacific Economic Framework – IPEF) aracılığıyla, Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’ne karşı ekonomik bir alternatif oluşturmayı hedefledi. Böylece Washington, yalnızca askeri değil, ekonomik rekabet alanında da Pekin’e meydan okumaya başladı.

     ABD’nin bölgeye yönelik araç seti bu dönemde çok katmanlı bir yapıya kavuştu. Askeri açıdan, Pasifik’teki deniz üsleri ağı (Guam, Diego Garcia, Okinawa gibi) güçlendirildi, Japonya ve Filipinler’le savunma işbirliği anlaşmaları yenilendi. Diplomatik olarak, ABD ASEAN içinde daha aktif bir pozisyon alarak Çin’in diplomatik nüfuzunu sınırlamaya çalıştı. Ekonomik düzlemde ise, yüksek teknoloji, tedarik zincirleri ve yeşil enerji yatırımları üzerinden alternatif bir ekonomik entegrasyon modeli oluşturma çabası öne çıktı. Tüm bu girişimler, ABD’nin Çin’i doğrudan bir çatışmaya sürüklemeden çevreleme stratejisinin modern versiyonunu temsil etmektedir. Hint-Pasifik, bu bağlamda yalnızca coğrafi bir tanım değil, yeni bir küresel güç mücadelesinin sahnesidir. Bu sahnede ABD’nin amacı, hem Çin’in ekonomik ve askeri yükselişini dengelemek hem de liberal uluslararası düzenin sürdürülebilirliğini garanti altına almaktır. Ancak Çin’in artan deniz gücü, ekonomik dayanıklılığı ve diplomatik hamleleri, ABD’nin bölgesel dönüş stratejisini karmaşık ve uzun soluklu bir rekabet alanına dönüştürmüştür.


Çin’in Bölgesel Yükselişi ve Güney Çin Denizi’nin Stratejik Önemi

     Çin’in bölgesel yükselişi, yalnızca ekonomik bir kalkınma süreci değil; aynı zamanda siyasi, askeri ve jeostratejik bir yeniden doğuş olarak tanımlanabilir. Soğuk Savaş sonrası dönemde küresel sistemin tek kutupluluğa evrildiği bir dönemde Çin, kendi tarihsel belleğinden beslenerek sessiz ama sistemli bir güç inşasına girişti. Bu yükselişin en somut ve çatışmalı yansımalarından biri ise Güney Çin Denizi’nde gözlemlenmektedir. Çin, bu bölgeyi yalnızca bir deniz parçası olarak değil, ulusal güvenliğinin ve bölgesel hegemonyasının temel dayanak noktası olarak görmektedir. Yaklaşık 3,5 milyon kilometrekarelik bu alan, enerji kaynakları, ticaret rotaları ve stratejik konumu nedeniyle Asya-Pasifik’in kalbinde bir “jeopolitik çekim merkezi” haline gelmiştir. Bu bağlamda Çin’in bölgedeki politikaları, yalnızca ekonomik çıkarları değil, aynı zamanda tarihsel hafızasını, ulusal kimliğini ve küresel güç olma iddiasını da yansıtmaktadır.

     Çin’in Güney Çin Denizi üzerindeki egemenlik iddiası, “Dokuz Çizgi Hattı” (Nine-Dash Line) olarak bilinen deniz sınırı doktrinine dayanmaktadır. Bu hat ilk kez 1947 yılında Çin Cumhuriyeti tarafından çizilmiş, daha sonra Çin Halk Cumhuriyeti tarafından benimsenmiştir. Dokuz Çizgi Haritası, Güney Çin Denizi’nin yaklaşık yüzde 90’ını Çin’in “tarihsel kara suları” olarak ilan eder. Ancak bu iddia, modern uluslararası hukuk ilkeleriyle çelişmektedir. Çünkü Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (UNCLOS), deniz yetki alanlarını kıyıdan itibaren 200 deniz miline kadar olan münhasır ekonomik bölge (MEB) sınırlarıyla belirler. Dolayısıyla Çin’in bu geniş kapsamlı tarihsel iddiası, Filipinler, Vietnam, Malezya, Brunei ve Endonezya gibi bölge ülkeleriyle ciddi egemenlik anlaşmazlıklarını doğurmuştur. Pekin yönetimi, “Dokuz Çizgi”yi yalnızca coğrafi bir sınır değil, tarihsel bir hak olarak yorumlamakta; Ming ve Qing hanedanlıkları döneminden kalma deniz seferlerini, bölgesel egemenliklerinin delili olarak göstermektedir. Bu yaklaşım, Çin’in tarihsel sürekliliğe dayalı meşruiyet arayışını ortaya koyar. Ancak uluslararası hukuk açısından bu iddialar “tarihsel hak” kategorisine girmemekte ve Lahey’deki Daimi Tahkim Mahkemesi 2016 yılında Filipinler lehine verdiği kararda, Çin’in bu argümanlarını geçersiz saymıştır.

     Güney Çin Denizi’nin önemi yalnızca tarihsel veya hukuki düzlemle sınırlı değildir. Bu bölge, dünya deniz ticaretinin en yoğun geçtiği rotalardan biridir. Küresel deniz taşımacılığının yaklaşık üçte biri, yani yılda 5 trilyon dolarlık ticaret hacmi, bu sulardan geçmektedir. Enerji açısından bakıldığında, bölge dünyanın en zengin hidrokarbon rezervlerinden birine sahiptir. ABD Jeolojik Araştırmalar Merkezi’ne göre Güney Çin Denizi’nde yaklaşık 11 milyar varil petrol ve 190 trilyon metreküp doğalgaz potansiyeli bulunmaktadır. Bu rakamlar, bölgeyi enerji güvenliği açısından stratejik bir cazibe merkezi haline getirir. Çin için enerji arz güvenliği, ekonomik sürdürülebilirliğin temel koşuludur. Ülke, artan sanayi üretimi ve büyüyen nüfusu nedeniyle enerji ithalatına büyük oranda bağımlıdır. Bu nedenle Güney Çin Denizi, Çin’in enerji arz zincirinde hem üretim hem de ulaşım açısından hayati bir rol oynar. Ayrıca bölge, Japonya, Güney Kore ve Tayvan gibi ülkelerin de enerji sevkiyat rotası üzerinde yer aldığından, olası bir deniz ablukası bölgesel ekonomileri felce uğratma potansiyeline sahiptir. Bu yönüyle Güney Çin Denizi, enerji, ticaret ve güvenlik üçgeninde bir “jeostratejik düğüm noktası” olarak tanımlanabilir.

     Çin Halk Kurtuluş Ordusu Deniz Kuvvetleri (PLA Navy), bu bölgedeki askeri stratejisini “anti-access/area denial” yani “erişim engelleme ve alan reddi” doktrini üzerine inşa etmiştir. Bu strateji, ABD’nin ve müttefiklerinin bölgedeki askeri hareket kabiliyetini sınırlamayı hedefler. Çin son on yılda deniz kuvvetlerini hızla modernize etmiş; uçak gemileri, hipersonik füzeler, nükleer denizaltılar ve radar sistemleriyle donanmıştır. Aynı zamanda Güney Çin Denizi’nde “yapay adalar” inşa ederek fiili egemenlik alanlarını genişletmiştir. Fiilen deniz tabanından yükseltilen bu adalar, hava pistleri, limanlar, radar kuleleri ve askeri garnizonlarla donatılmıştır. Özellikle Spratly ve Paracel adaları üzerinde yürütülen bu faaliyetler, Çin’in bölgeyi adım adım “militarize etme” stratejisinin somut göstergeleridir. Pekin yönetimi, bu adaların sivil amaçlarla yapıldığını iddia etse de uydu görüntüleri, bunların askeri üsler olarak işlev gördüğünü ortaya koymuştur. Bu durum, ABD’nin “Seyrüsefer Serbestliği Operasyonları” (FONOPs) adı altında bölgeye savaş gemileri göndermesine yol açmış, böylece büyük güçler arasındaki deniz rekabeti fiili bir askeri gerilime dönüşmüştür.

     Bölgedeki egemenlik ihtilafları ise çok katmanlıdır. Filipinler, Spratly Adaları üzerindeki bazı bölgeleri kendi münhasır ekonomik bölgesi içinde görürken; Vietnam, hem Spratly hem Paracel Adaları üzerinde tarihsel egemenlik iddiasında bulunmaktadır. Malezya ve Brunei de kıyı şeritlerine yakın deniz alanlarında hak talep etmektedir. Bu ülkelerin her biri, uluslararası hukuk çerçevesinde haklarını savunmaya çalışırken, Çin’in ekonomik ve askeri baskısı karşısında denge politikası izlemektedir. Filipinler, ABD ile olan güvenlik iş birliğini yeniden güçlendirirken, Vietnam hem Çin ile ekonomik bağlarını koruyup hem de Japonya ve Hindistan gibi ülkelerle savunma ortaklıkları geliştirmektedir. Malezya ve Brunei ise daha temkinli bir diplomasi izleyerek doğrudan çatışmadan kaçınma eğilimindedir. ASEAN ülkeleri genel olarak bölgesel bir dayanışma içinde görünse de Çin’in ekonomik ağırlığı ve iç işlerine karışmama ilkesi, örgütün ortak bir tutum geliştirmesini zorlaştırmaktadır. Bu nedenle Güney Çin Denizi, yalnızca büyük güç rekabetinin değil, aynı zamanda küçük ve orta ölçekli devletlerin “güvenlik ikilemi” yaşadığı bir jeopolitik laboratuvar haline gelmiştir.

     Çin’in Güney Çin Denizi politikası, aynı zamanda ulusal kimlik inşasının da bir parçası olarak okunabilir. “Yüzyıllık aşağılanma” olarak bilinen tarihsel travma,Batılı güçlerin 19. yüzyılda Çin üzerindeki sömürgeci baskıları, Çin’in günümüzdeki bölgesel egemenlik söylemine derin bir psikolojik temel sağlamaktadır. Pekin yönetimi, deniz üzerindeki egemenlik mücadelesini yalnızca stratejik bir mesele değil, tarihsel adaletin tesisi olarak sunmaktadır. Bu durum, Çin’in dış politikasında pragmatik rasyonalizm ile tarihsel romantizmin iç içe geçtiği bir durumu ortaya çıkarır. Bu yönüyle Güney Çin Denizi, sadece bir jeopolitik alan değil, aynı zamanda Çin’in modern kimliğini, ulusal güvenlik algısını ve küresel sistemdeki yerini yeniden tanımladığı bir sahnedir.

     Çin’in bölgesel yükselişi Güney Çin Denizi’nde kendini en çıplak biçimde göstermektedir. Dokuz Çizgi Hattı doktrini, tarihsel meşruiyet arayışını hukuki sınırların ötesine taşıyarak yeni bir egemenlik anlayışını temsil ederken; enerji, ticaret ve güvenlik faktörleri bu egemenlik söylemine stratejik bir derinlik kazandırmaktadır. PLA Navy’nin modernizasyonu ve yapay adalar politikası, Çin’in bu stratejik denizi fiili kontrol altına alma arzusunu yansıtmaktadır. Ancak bu durum, yalnızca bölgesel güçleri değil, küresel sistemin bütününü ilgilendiren bir güvenlik açmazı doğurmaktadır. Güney Çin Denizi’nde yaşanan her gelişme, aslında 21. yüzyılın güç dengelerini şekillendiren büyük satranç tahtasındaki bir hamledir. Çin, geçmişin gölgesinden çıkarak geleceğin denizinde ilerlerken; ABD ve müttefikleri, bu yükselişi sınırlamak için denizlerin yeni “jeopolitik sınırlarını” yeniden çizmeye çalışmaktadır.


ABD’nin Hint-Pasifik Stratejisinde Kuşatma Doktrini: Jeopolitik Bir Çerçeve

     ABD’nin Hint-Pasifik stratejisinde uyguladığı kuşatma doktrini, aslında Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’ne karşı geliştirilen “containment” yani çevreleme politikasının çağdaş bir versiyonudur. George F. Kennan’ın 1947’de formüle ettiği klasik kuşatma stratejisi, Sovyet yayılmacılığını durdurmak amacıyla ideolojik, ekonomik ve askeri bir bariyer oluşturmayı hedefliyordu. Bugün ABD, aynı mantığı bu kez Çin’in bölgesel ve küresel yükselişini sınırlamak için Hint-Pasifik coğrafyasına uyarlamıştır. Ancak fark, Soğuk Savaş döneminde kara merkezli bir güç rekabeti varken, günümüzde deniz eksenli bir jeopolitik mücadelenin ön planda olmasıdır. Bu durum, küresel güç mücadelesinin ağırlık merkezinin Atlantik’ten Pasifik’e kaydığını göstermektedir.

     Güney Çin Denizi’nin stratejik değeri burada kilit rol oynar. Küresel ticaretin yaklaşık üçte biri bu denizden geçmekte, bölge enerji taşımacılığında hayati bir koridor görevi görmektedir. Çin’in yapay adalar inşa ederek askeri üsler kurması, “Dokuz Çizgi Hattı” üzerinden egemenlik iddiasını yayması, Washington açısından yalnızca bölgesel bir mesele değil, küresel deniz hâkimiyetine yönelik doğrudan bir meydan okumadır. ABD, deniz gücü teorisyeni Alfred Thayer Mahan’ın düşüncelerinden hareketle, denizlerin kontrolünü küresel üstünlüğün anahtarı olarak görür. Bu nedenle Hint-Pasifik stratejisinde kuşatma politikası kara sınırlarıyla değil, deniz yolları ve ada zincirleriyle tanımlanmıştır.

     Bu stratejinin en görünür araçlarından biri QUAD olarak bilinen dörtlü güvenlik diyaloğudur. ABD, Japonya, Hindistan ve Avustralya’dan oluşan bu yapı, başlangıçta doğal afetlerle mücadele ve insani yardımlar çerçevesinde kurulmuş gibi görünse de zamanla açık biçimde Çin karşıtı bir güvenlik ittifakına dönüşmüştür. QUAD, ABD’nin bölgesel kuşatma politikasında “esnek ittifak” modelini temsil eder. NATO gibi resmi bir savunma örgütü değildir ancak stratejik uyum ve deniz güvenliği konularında işlevseldir. Ortak deniz tatbikatları, istihbarat paylaşımı, siber güvenlik iş birliği ve kritik teknolojilerde (5G, yapay zekâ, yarı iletkenler) koordinasyon, Çin’in bölgesel nüfuzuna karşı kolektif bir bariyer oluşturur. Hindistan’ın Hint Okyanusu’ndaki jeostratejik konumu, Japonya’nın teknolojik üstünlüğü ve Avustralya’nın coğrafi konumu, ABD’nin Pasifik kuşatma zincirini tamamlayıcı unsurlar haline gelmiştir.

     Kuşatma doktrininin deniz gücü eksenine taşınmasında bir diğer kritik yapı AUKUS anlaşmasıdır. 2021’de imzalanan bu üçlü güvenlik paktı (Avustralya, Birleşik Krallık, ABD), özellikle nükleer denizaltı teknolojisi üzerinden bir güç projeksiyonu aracıdır. AUKUS’un amacı, Avustralya’yı ileri deniz üssü ve caydırıcılık platformu haline getirmektir. Bu anlaşma sayesinde Avustralya, nükleer tahrikli denizaltılar elde edecek, böylece Güney Çin Denizi ve Hint Okyanusu’nda sürekli devriye kabiliyeti kazanacaktır. ABD açısından bu, Çin’in deniz gücü inşasını dengelemenin en etkili yollarından biridir. Ayrıca İngiltere’nin bu yapıya dahil edilmesi, Washington’un Hint-Pasifik stratejisinin yalnızca bölgesel değil, aynı zamanda Atlantik’ten Pasifik’e uzanan küresel bir kuşatma hattı kurma niyetini de yansıtır. Bu yönüyle AUKUS, Soğuk Savaş’taki “küresel blok” mantığının güncellenmiş bir versiyonu olarak okunabilir.

     ABD’nin kuşatma zincirini sürdürebilmesi için askeri altyapı büyük önem taşır. Bu nedenle Washington, Pasifik boyunca yayılmış bir üs ağına sahiptir. Guam Adası, bu ağın merkez halkalarından biridir; stratejik bombardıman uçakları, nükleer denizaltılar ve füze savunma sistemleriyle donatılmıştır. Okinawa’daki Japon üsleri, Doğu Çin Denizi’ne yönelik operasyonel esneklik sağlar. Diego Garcia ise Hint Okyanusu’nda ABD’nin gözetleme ve lojistik üssü olarak işlev görür. Bu üsler yalnızca askeri caydırıcılığın değil, aynı zamanda “varlık gösterme diplomasisinin” araçlarıdır. ABD, Güney Çin Denizi’nde düzenli olarak “Freedom of Navigation Operations” (Seyrüsefer Serbestliği Operasyonları) düzenleyerek, uluslararası sular üzerindeki serbest geçiş hakkını koruduğu iddiasıyla bölgedeki varlığını meşrulaştırır. Ancak Çin bu operasyonları egemenlik ihlali olarak görür ve karşı devriyelerle yanıt verir. Bu durum, kuşatma politikasının doğrudan güvenlik ikilemine dönüşmesine neden olur.

     ABD’nin Hint-Pasifik stratejisinde kuşatma doktrini, yalnızca askeri değil; diplomatik, ekonomik ve teknolojik bir bütünlük içinde işlemektedir. Deniz gücü merkezli bu strateji, Çin’in “barışçıl yükseliş” söylemini sınamakta ve bölgesel dengeleri yeniden şekillendirmektedir. Fakat bu kuşatma hattı aynı zamanda kırılgandır: QUAD ülkelerinin çıkar farklılıkları, AUKUS’un nükleer riskleri ve ASEAN ülkelerinin tarafsızlık eğilimleri, stratejinin uzun vadeli sürdürülebilirliğini belirsiz kılmaktadır. Yine de Washington açısından Güney Çin Denizi, 21. yüzyılın yeni jeopolitik satranç tahtasıdır; burada kazanılacak üstünlük, yalnızca Asya-Pasifik’in değil, küresel düzenin geleceğini de belirleyecektir.


Güney Çin Denizi’nde Askeri Caydırıcılık ve Güvenlik İkilemi

     Güney Çin Denizi, son on yılda uluslararası sistemde büyük güç rekabetinin en keskinleştiği alanlardan biri haline geldi. Bölge yalnızca deniz ticaret yollarının kesişiminde yer alması nedeniyle değil, aynı zamanda stratejik enerji rezervleri, zengin balıkçılık kaynakları ve askeri üstünlük açısından taşıdığı önem sebebiyle de jeopolitik bir düğüm noktası oluşturuyor. ABD ile Çin arasında süregelen bu rekabet, klasik anlamda bir deniz hakimiyeti mücadelesi olmanın ötesinde, uluslararası düzenin geleceğini şekillendirebilecek bir güvenlik ikilemi doğurmuştur. Bu ikilem, tarafların caydırıcılık stratejileri üzerinden birbirine karşı güç gösterisine giriştiği, ancak bu girişimlerin istikrarsızlığı daha da artırdığı bir sarmalı ifade eder.

     Amerika Birleşik Devletleri’nin Güney Çin Denizi’ndeki politikalarının merkezinde “Freedom of Navigation Operations” (FONOPs) adı verilen seyrüsefer serbestliği operasyonları yer alır. ABD, bu operasyonları, uluslararası deniz hukukunun temel ilkelerinden biri olan açık denizlerde serbest dolaşım hakkını koruma gerekçesiyle sürdürmektedir. Ancak Çin açısından bu operasyonlar, Washington’un egemenlik alanlarına doğrudan müdahalesi anlamına gelir. ABD donanması, Filipinler, Vietnam, Malezya ve Brunei gibi ülkelerin de hak iddia ettiği, fakat büyük oranda Çin’in kontrolünde olan sulara savaş gemileri göndererek “uluslararası sular” statüsünü hatırlatır. Bu tür operasyonların görünürdeki amacı hukukun üstünlüğünü korumak olsa da, fiiliyatta bu adımlar, Çin’in bölgesel genişlemesine yönelik stratejik bir kuşatma hamlesi olarak yorumlanmaktadır.

     Çin, bu tür ABD operasyonlarına karşı hem diplomatik hem de askeri düzeyde çok katmanlı bir karşılık geliştirmiştir. Pekin yönetimi, Güney Çin Denizi’ni “çekirdek çıkar alanı” olarak tanımlamakta ve buradaki egemenlik iddialarını ulusal güvenliğin ayrılmaz bir parçası olarak görmektedir. Çin Halk Kurtuluş Ordusu (PLA) Donanması, son yıllarda bölgedeki askeri varlığını büyük ölçüde artırmıştır. Yapay adalar üzerine inşa edilen pistler, radar sistemleri, füze bataryaları ve liman altyapıları, bu militarizasyon sürecinin somut örnekleridir. Çin’in “deniz milisleri” adı verilen sivil görünümlü balıkçı filoları da bu stratejinin bir parçasıdır. Söz konusu milisler, resmi bir savaş gücü olarak tanımlanmamakla birlikte, fiilen Çin’in bölgesel gözetim ve taciz politikalarının ön hattında yer alırlar. Bu yöntem, düşük yoğunluklu çatışma riskini minimize ederken, fiili kontrol alanlarını genişletmeye yarayan hibrit bir araç işlevi görür.

     Bununla birlikte Çin, hava sahası egemenliğini de koruma yönünde yeni adımlar atmıştır. 2013’te Doğu Çin Denizi’nde ilan ettiği Hava Savunma Tanımlama Bölgesi (ADIZ) uygulamasını, Güney Çin Denizi’ne genişletme olasılığı sık sık gündeme gelmektedir. ADIZ, her ne kadar uluslararası hukuken tanınmış bir egemenlik ilanı olmasa da, yabancı uçakların Çin’e ait bölgeler üzerinden geçiş yapmadan önce kimlik bildiriminde bulunmasını zorunlu kılar. Bu durum, ABD’nin bölgedeki keşif uçuşlarını doğrudan hedef almakta ve gözetim faaliyetlerini sınırlandırmayı amaçlamaktadır. ABD ise bu uygulamayı fiilen tanımamakta, uçuşlarını “uluslararası hava sahasında” özgürce sürdürdüğünü savunmaktadır. Böylece, her iki taraf da karşısındakinin eylemini statükoya meydan okuma olarak yorumlamakta, bu da güvenlik ikilemini daha da derinleştirmektedir.

     Güvenlik ikilemi kavramı, uluslararası ilişkiler literatüründe devletlerin kendi güvenliklerini artırmak için attıkları adımların, diğer devletler tarafından tehdit olarak algılanması sonucu karşılıklı güvensizlik ve silahlanma yarışına yol açtığını açıklar. Güney Çin Denizi’nde yaşanan süreç bu tanımın canlı bir örneğidir. ABD, FONOPs operasyonlarını “uluslararası hukuku koruma” gerekçesiyle gerçekleştirirken, Çin bu eylemleri kendi egemenlik haklarına saldırı olarak algılamakta ve askeri tahkimatını güçlendirmektedir. Çin’in yapay adalar üzerindeki pistleri ve füze sistemlerini artırması, ABD’nin bölgeye daha fazla savaş gemisi göndermesine neden olurken, iki taraf arasındaki bu eylem-dengelama döngüsü bölgesel istikrarsızlığı beslemektedir. Bu durum, klasik caydırıcılık mantığının bir paradoksuna işaret eder: caydırıcılığı sağlamak için yapılan her askeri hamle, karşı tarafın da benzer biçimde silahlanmasına neden olarak caydırıcılığı değil, potansiyel çatışmayı büyütür.

    Caydırıcılığın başarısı, tarafların niyet ve kapasite algısına bağlıdır. Ancak Güney Çin Denizi gibi çok aktörlü bir ortamda bu dengeyi korumak neredeyse imkânsızdır. Çin, bölgesel hakimiyetini pekiştirirken “savunmacı” bir dil kullanmakta; ABD ise “serbest ticaret yollarının güvenliği” gibi küresel bir gerekçeyle müdahalesini meşrulaştırmaktadır. Bu söylemsel çatışma, caydırıcılığın güvenli bir dengeye ulaşmasını engeller. Her iki taraf da kendi hamlelerini rasyonel, karşısındakini ise saldırgan olarak tanımlar. Bu nedenle Güney Çin Denizi, bir tür “stratejik aynalama” alanı haline gelmiştir: her devlet kendi eylemini savunma, rakibinkini tehdit olarak görür.

     Bölgedeki diğer devletlerin konumlanışı da güvenlik ikilemini daha karmaşık hale getirir. Filipinler, Vietnam ve Malezya gibi ülkeler, Çin’in bölgesel baskısından rahatsız olsalar da, ekonomik bağımlılık nedeniyle Pekin’le açık bir çatışmadan kaçınmaktadır. Buna karşılık, ABD ile askeri iş birliği anlaşmalarını güçlendirerek güvenlik garantisi elde etmeye çalışırlar. Filipinler örneğinde, ABD askerlerinin ülkeye dönüşü bu eğilimin somut bir göstergesidir. Ancak bu tür iş birlikleri Çin tarafından “ABD’nin vekil stratejisi” olarak yorumlanmakta ve yeni provokasyonlara zemin hazırlamaktadır. Böylece, bölgedeki her yeni güvenlik düzenlemesi, mevcut gerilimi azaltmak yerine yeni bir silahlanma dalgasına yol açar.

     Son yıllarda Güney Çin Denizi çevresindeki ülkelerin savunma bütçelerinde ciddi artışlar görülmektedir. Vietnam, denizaltı filosunu modernize etmiş, Filipinler uzun yıllar sonra ilk kez hava kuvvetlerini genişletmiş, Malezya yeni radar sistemleri ve devriye gemileri satın almıştır. Çin ise bölgedeki askeri üslerine hipersonik füze sistemleri ve elektronik harp donanımları yerleştirmiştir. ABD donanması ise düzenli olarak uçak gemisi gruplarını bölgeye göndererek varlığını hissettirmektedir. Bu askeri yığınak, görünürde caydırıcılığı artırmakta, fakat pratikte “kaza riski”ni dramatik biçimde yükseltmektedir. Hızla yaklaşan savaş uçakları, yanlış anlaşılan manevralar veya radar kilitlenmeleri, beklenmedik bir askeri krizi tetikleyebilir. 2001 yılında Çin’in Hainan Adası açıklarında bir ABD keşif uçağını düşürmesi, bu tür hataların ne kadar tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini göstermiştir.

     Bölgedeki silahlanma eğilimleri aynı zamanda bir “güvenlik paradoksu” yaratmaktadır. Devletler savunmalarını güçlendirdikçe, bölgesel tehdit algısı artmakta ve iş birliği alanı daralmaktadır. ASEAN gibi örgütler, tarafsız bir denge politikası yürütmeye çalışsa da, büyük güç rekabeti bu çabaları gölgede bırakmaktadır. ASEAN’ın 2018’de Çin ile müzakere ettiği “Davranış Kuralları” (Code of Conduct) anlaşması hâlâ somut bir sonuca ulaşmamıştır; çünkü bölge ülkeleri arasında bile Çin’in etkisine dair farklı tutumlar mevcuttur. Bu durum, bölgesel güvenliğin yalnızca askeri değil, diplomatik ve ekonomik faktörlerle de şekillendiğini gösterir.

     Güney Çin Denizi, 21. yüzyılın denizsel güvenlik mimarisini belirleyen en hassas laboratuvarlardan biridir. ABD’nin FONOPs operasyonları ile Çin’in egemenlik politikaları arasındaki gerilim, klasik caydırıcılık teorisinin sınırlarını test eden bir vaka niteliği taşır. Taraflar, güvenliklerini artırmak adına adımlar atarken, aslında birbirlerinin tehdit algısını güçlendirmekte ve yeni bir silahlanma döngüsünü tetiklemektedirler. Bu süreç, yalnızca Asya-Pasifik bölgesinin değil, küresel sistemin istikrarını da etkilemektedir. Güney Çin Denizi’nde kurulan bu kırılgan denge, tek bir yanlış hesaplama ya da diplomatik kopuşla büyük bir krize dönüşme potansiyeli taşır. Dolayısıyla, bu bölge artık yalnızca iki büyük gücün değil, tüm uluslararası toplumun güvenlik sorunu haline gelmiştir.


Bölgesel Aktörlerin Konumlanışı: ASEAN, Japonya, Avustralya ve Hindistan

     Güney Çin Denizi’nde yaşanan jeopolitik çekişme, yalnızca ABD ile Çin arasında bir güç mücadelesi değil; aynı zamanda bölgesel aktörlerin stratejik yönelimlerini yeniden tanımladığı karmaşık bir güvenlik denklemidir. ASEAN, Japonya, Hindistan ve Avustralya gibi aktörler, hem kendi güvenlik endişelerini hem de bölgesel istikrar kaygılarını dikkate alarak pozisyon almak zorundadır. Bu ülkeler, doğrudan bir çatışmadan kaçınırken, aynı zamanda Çin’in artan etkisini sınırlamak ve ABD’nin bölgedeki varlığını denge unsuru olarak sürdürmek gibi zorlu bir diplomatik denklemi yönetmeye çalışmaktadırlar. Her biri farklı güvenlik algılarına, ekonomik bağımlılıklara ve tarihsel deneyimlere sahip olduğundan, Güney Çin Denizi krizinde sergiledikleri tutumlar aynı stratejik zemin üzerinde buluşsa da yöntemsel olarak büyük farklılıklar göstermektedir.

     ASEAN’ın pozisyonu bu bağlamda en dikkat çekici olanlardan biridir. 10 üyeli bu bölgesel örgüt, kuruluşundan bu yana “iç işlerine karışmama” ve “konsensüsle karar alma” ilkeleri üzerine inşa edilmiştir. Ancak Güney Çin Denizi meselesi, ASEAN’ın bu temel ilkelerini sınayan bir vaka hâline gelmiştir. Filipinler ve Vietnam gibi ülkeler doğrudan Çin’le egemenlik ihtilafı yaşarken, Kamboçya ve Laos gibi Pekin’e ekonomik olarak bağımlı üyeler daha ılımlı bir tavır sergilemektedir. Bu durum, ASEAN’ın ortak bir pozisyon üretmesini güçleştirir. Örgütün 2012’deki Phnom Penh Zirvesi’nde Güney Çin Denizi’ne ilişkin bir bildiri yayınlayamaması, bu iç bölünmenin en açık göstergesi olmuştur. Dolayısıyla ASEAN’ın politikası, bazı araştırmacılar tarafından “denge siyaseti” olarak değil, “stratejik pasiflik” olarak yorumlanmaktadır. Öte yandan ASEAN, bölgesel barış ve istikrarı koruma yönündeki geleneksel söylemini sürdürmekte; Çin ile ekonomik işbirliğini korurken ABD’nin güvenlik garantisinden de tamamen kopmamaya çalışmaktadır. Bu ikili tavır, örgütü büyük güçler arasında sıkışmış bir aktör hâline getirmektedir. Ancak bu “tarafsızlık” politikası, kimi durumlarda pasiflik ve etkisizlikle eş anlamlı görülmekte; ASEAN’ın bölgesel güvenlik mimarisinde liderlik rolünü zayıflatmaktadır.

     Japonya’nın durumu ASEAN’dan farklı bir karaktere sahiptir. II. Dünya Savaşı sonrasında anayasal olarak “saldırı savaşı” yürütme hakkından feragat eden Japonya, uzun yıllar boyunca güvenlik politikasını sadece “öz-savunma” çerçevesinde sürdürdü. Ancak Çin’in Güney Çin Denizi’ndeki askeri yığınağı ve Doğu Çin Denizi’nde artan faaliyetleri, Tokyo’nun güvenlik stratejisinde dönüşüme yol açtı. Japonya, ABD ile ittifakını derinleştirirken, kendi savunma kapasitesini de artırma yoluna gitmiştir. Shinzo Abe döneminde benimsenen “proaktif barışçıl devlet” doktrini, Japonya’ya bölgesel güvenlik meselelerinde daha etkin bir rol üstlenme zemini kazandırdı. Bu çerçevede Tokyo, Filipinler ve Vietnam gibi ülkelere sahil güvenlik ekipmanları ve devriye gemileri sağlayarak Güney Çin Denizi’nde dolaylı bir aktör hâline geldi. Japonya, doğrudan bölgesel ihtilafın tarafı olmasa da, Çin’in yayılmacı hamlelerinin Doğu Çin Denizi’ndeki Senkaku Adaları üzerindeki egemenlik iddialarını da güçlendirebileceği endişesiyle bu bölgede aktif bir stratejik duruş sergilemektedir. ABD ile Japonya arasındaki savunma işbirliği anlaşmaları, özellikle 2021 sonrası dönemde daha da sıkılaştırılmış; iki ülke, Çin’in deniz gücü kapasitesine karşı ortak tatbikatlar ve istihbarat paylaşımı gibi koordinasyon mekanizmalarını güçlendirmiştir. Japonya, bu bağlamda ABD’nin Hint-Pasifik stratejisinin kilit müttefiklerinden biri olarak konumlanmıştır. Ancak Japon dış politikasında hâlâ var olan anayasal kısıtlamalar, onun tam anlamıyla askeri bir güç hâline gelmesini engellemektedir. Buna rağmen Tokyo’nun son yıllarda savunma bütçesini artırması, uluslararası kamuoyunda Japonya’nın yeniden “normal bir güç” olma yönünde ilerlediği şeklinde yorumlanmaktadır.

     Hindistan ise Güney Çin Denizi’ne doğrudan coğrafi olarak bağlı olmasa da, Hint Okyanusu üzerinden şekillenen stratejik çıkarları nedeniyle bu bölgedeki dengelerde önemli bir aktördür. Yeni Delhi yönetimi, Çin’in hem Güney Çin Denizi’nde hem de Hint Okyanusu’nda artan deniz gücünü, kendi bölgesel güvenliği için doğrudan bir tehdit olarak algılamaktadır. Çin’in Pakistan üzerinden yürüttüğü “Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru (CPEC)” ve Hint Okyanusu’ndaki liman yatırımları, Hindistan açısından bir “kuşatma stratejisi”nin parçası olarak görülmektedir. Bu nedenle Hindistan, ABD’nin Hint-Pasifik stratejisine stratejik bir destek sağlamaktadır. QUAD (ABD, Japonya, Avustralya, Hindistan) ittifakı, Yeni Delhi’nin Çin’i çevreleme politikasına katkı sunmakla birlikte, Hindistan’a da küresel güç statüsü kazandırma fırsatı vermektedir. Hindistan Donanması, son yıllarda Malabar tatbikatları aracılığıyla ABD ve Japonya ile ortak operasyonel kabiliyet geliştirmekte; aynı zamanda Güney Çin Denizi’nde “seyir serbestliği” ilkesine destek vererek Çin’in deniz hakimiyetini sınırlamaya yönelik bir diplomatik pozisyon almaktadır. Ancak Hindistan, ABD ile işbirliğini geliştirirken “stratejik özerklik” ilkesini de korumaya çalışmakta; yani Çin’i doğrudan karşısına almadan bölgesel bir denge politikası yürütmektedir. Bu yönüyle Hindistan, Hint-Pasifik denkleminde hem Çin’i dengeleyen hem de Batı ile tam ittifaka girmemeye çalışan bir “yarı bağlantılı güç” profiline sahiptir.

     Avustralya ise Güney Çin Denizi’ndeki güç dengesinde Batı dünyasının askeri kanadını temsil eden en aktif bölgesel ortaklardan biridir. Canberra yönetimi, ABD ile tarihsel ittifak ilişkisini sürdürürken, AUKUS güvenlik anlaşması (ABD, Birleşik Krallık, Avustralya) çerçevesinde bölgedeki stratejik ağırlığını artırmıştır. Bu anlaşma kapsamında Avustralya’nın nükleer denizaltı teknolojisine erişim elde etmesi, onu Güney Çin Denizi’nde Çin’e karşı caydırıcı kapasiteye sahip birkaç devletten biri hâline getirmiştir. AUKUS’un temel amacı, sadece askeri teknoloji paylaşımı değil, aynı zamanda Çin’in Pasifik’teki genişleme politikalarına karşı istihbarat, siber güvenlik ve ileri savunma sistemleri alanlarında koordineli bir savunma hattı oluşturmaktır. Avustralya’nın bu sürece katılımı, onun ulusal güvenlik stratejisinde Çin’e yönelik algı değişimini de açık biçimde ortaya koymaktadır. Uzun yıllar Çin’e ihracat bağımlılığı nedeniyle temkinli bir politika izleyen Avustralya, son yıllarda Pekin’in diplomatik baskılarını “ekonomik zorbalık” olarak nitelendirmekte ve Washington’la daha yakın bir güvenlik ortaklığı kurmaktadır. Ancak Avustralya iç siyasetinde bu yönelime yönelik bazı eleştiriler de mevcuttur; zira Çin’le ticari ilişkilerin zarar görmesi, Avustralya ekonomisinin belirli sektörlerini olumsuz etkilemiştir. Buna rağmen Canberra’nın genel stratejik yaklaşımı, ABD’nin bölgesel liderliğini desteklemek ve Çin’in deniz aşırı etkinliğini sınırlamak yönündedir.

     Sonuçta bu dört aktörün Güney Çin Denizi bağlamında izlediği politikalar, birbirini tamamlayan ancak aynı zamanda çıkarları açısından zaman zaman çelişen bir mozaik oluşturur. ASEAN, istikrarı koruma adına tarafsız bir çizgide kalmaya çalışırken etkinliğini yitirir; Japonya, anayasal sınırlamalara rağmen askeri kabiliyetini artırır; Hindistan, Çin’i çevreleme stratejisinde bölgesel bir mihver güç rolü üstlenir; Avustralya ise ABD’nin Hint-Pasifik doktrininde açık bir askeri ortak konumuna gelir. Bu tablo, bölgesel güvenlik mimarisinin ne kadar çok katmanlı ve kırılgan olduğunu göstermektedir. Güney Çin Denizi, yalnızca deniz yetki alanları ve enerji rezervleri açısından değil, aynı zamanda bu aktörlerin birbirleriyle kurduğu stratejik ilişkiler açısından da 21. yüzyılın güç dengesinin mikrokozmosu hâline gelmiştir. Bölgedeki her hareket, yalnızca bölgesel bir diplomatik jest değil; aynı zamanda küresel güç mücadelesinin yeni bir hamlesidir.


Ekonomik ve Diplomatik Boyut: Kuşak ve Yol Girişimi’ne (BRI) Karşı Ekonomik Rekabet

     Çin’in Güney Çin Denizi merkezli stratejik yayılımının yalnızca askeri ve jeopolitik boyutlarla sınırlı olmadığı, aynı zamanda ekonomik ve diplomatik araçlarla derinleşen bir güç mücadelesine dönüştüğü açıktır. Bu süreçte Çin, Kuşak ve Yol Girişimi (Belt and Road Initiative - BRI) aracılığıyla bölgesel ekonomik ağları yeniden şekillendirirken; ABD, buna karşılık Hint-Pasifik Ekonomik Çerçevesi (Indo-Pacific Economic Framework - IPEF) gibi girişimlerle ekonomik etkisini yeniden tesis etmeye çalışmaktadır. Dolayısıyla Güney Çin Denizi artık yalnızca enerji yolları ve deniz ticaret hatlarının geçtiği bir coğrafya değil, aynı zamanda küresel ekonomik hegemonya yarışının da en görünür cephesine dönüşmüştür.

     Çin’in 2013 yılında başlattığı Kuşak ve Yol Girişimi, klasik anlamda bir altyapı projesi olmanın ötesinde, ekonomik araçları kullanarak jeopolitik nüfuz inşası amacını taşır.Girişimin temel mantığı, Asya, Afrika ve Avrupa arasında yeni kara ve deniz bağlantıları kurarak Çin’in küresel ticaret akışındaki merkezi rolünü pekiştirmektir. Bu kapsamda, Çin’in liman, demiryolu, enerji hattı ve ulaşım altyapısına yaptığı yatırımlar, bölge ülkelerinde hem ekonomik bağımlılığı hem de politik nüfuzu artırmaktadır. Çin Exim Bankası ve Asya Altyapı Yatırım Bankası (AIIB) aracılığıyla sağlanan düşük faizli krediler, birçok gelişmekte olan ülke için cazip bir finansman alternatifi yaratmıştır. Ancak bu krediler, “borç tuzağı diplomasisi” tartışmalarını da beraberinde getirmiştir. Örneğin, Sri Lanka’nın Hambantota Limanı’nın 99 yıllığına Çin’e devredilmesi, bu eleştirilerin sembolik örneği haline gelmiştir. Güney Çin Denizi çevresindeki Filipinler, Malezya ve Endonezya gibi ülkeler de bu ekonomik ağın birer parçası haline gelirken, Çin bu ülkelerle yaptığı büyük altyapı anlaşmalarıyla ekonomik nüfuzunu yumuşak güç formunda genişletmektedir.

    Bu süreçte Çin’in “altyapı diplomasisi”, yalnızca ekonomik büyümeye katkı sağlamakla kalmamış, aynı zamanda diplomatik bağımlılık mekanizmaları da oluşturmuştur. Çin, ticaret ortaklığı kurduğu ülkelerde yatırım karşılığında siyasi destek talep etmekte, Güney Çin Denizi’ndeki politikalarını eleştirmeyen hükümetlerle daha yakın ilişkiler geliştirmektedir. Bu durum özellikle ASEAN içinde bölünmelere yol açmıştır; Kamboçya ve Laos gibi ülkeler Çin’in yanında konumlanırken, Filipinler ve Vietnam daha temkinli bir tutum benimsemiştir. Çin’in ekonomik teşvikleri, askeri baskıdan farklı olarak, “karşılıklı kazanç” söylemi üzerinden meşrulaştırılmakta, böylece yumuşak güç stratejisinin ekonomik ayağı olarak işlev görmektedir. Ancak bu yumuşaklık, ekonomik bağımlılığın arttığı ölçüde politik esneklik kaybına dönüşmektedir.

    ABD açısından bakıldığında, Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda küresel düzeni yeniden tanımlama girişimi olarak algılanmaktadır. Bu nedenle Washington, Çin’in artan etkisini dengelemek amacıyla 2022 yılında Hint-Pasifik Ekonomik Çerçevesi (IPEF) adlı girişimi başlatmıştır. Bu çerçeve, geleneksel serbest ticaret anlaşmalarından farklı olarak, tarifelerden ziyade ekonomik normlar, tedarik zincirleri, dijital ekonomi, temiz enerji ve yolsuzlukla mücadele gibi alanlara odaklanmaktadır. IPEF, ABD’nin bölgedeki ekonomik varlığını yeniden canlandırmak için tasarlanmış olsa da, üyeler arasında bağlayıcı ticaret yükümlülükleri içermemesi, Çin’in sunduğu somut yatırımlar karşısında sınırlı bir cazibe yaratmaktadır. Buna rağmen, ABD’nin bu hamlesi, Çin’in ekonomik yayılmasına karşı ideolojik ve normatif bir denge oluşturma çabası olarak değerlendirilebilir.

     IPEF’in stratejik hedeflerinden biri, bölgesel tedarik zincirlerini Çin’e bağımlılıktan kurtararak “ekonomik güvenlik” kavramını yeniden tanımlamaktır. Pandemi döneminde küresel tedarik zincirlerinde yaşanan kırılmalar, ABD için ekonomik bağımlılığın jeopolitik risklere dönüştüğünü açık biçimde göstermiştir. Dolayısıyla Washington, IPEF üzerinden yeni bir ekonomik dayanışma bloğu oluşturarak, Çin’in “Made in China 2025” hedeflerine karşı alternatif bir üretim ve ticaret ağı kurmayı amaçlamaktadır. Ancak bu stratejinin önündeki en büyük engel, ABD’nin bölge ülkelerine somut yatırım garantileri sunmamasıdır. Çin’in aksine, Washington ekonomik nüfuzunu çoğunlukla kurumsal normlar ve güvenlik ittifakları üzerinden yürütmekte, bu da gelişmekte olan Asya ekonomilerinin beklentilerini tam olarak karşılamamaktadır.

     Bu ekonomik rekabet, aynı zamanda diplomatik kutuplaşmayı da derinleştirmektedir. Çin, ASEAN ülkeleriyle yaptığı ikili anlaşmalar ve bölgesel forumlardaki etkinliğiyle diplomatik alanı genişletirken; ABD, QUAD ve AUKUS gibi güvenlik merkezli oluşumlarla kendi çevresini tahkim etmektedir. Ancak ekonomik diplomasi, bu güvenlik ittifaklarından daha esnek bir araç sunmaktadır. Çin’in “kazan-kazan” sloganıyla yürüttüğü diplomasi, özellikle altyapı yatırımlarına ihtiyaç duyan küçük devletlerde sempati uyandırmakta, ABD’nin “değer temelli dış politika” söylemi ise daha soyut bir düzlemde kalmaktadır. Bu nedenle Güney Çin Denizi çevresindeki devletler, iki güç arasında denge siyaseti yürütmekte; bir yandan Çin’den yatırım alırken, diğer yandan ABD ile güvenlik işbirliğini sürdürmeye çalışmaktadır.

     Ekonomik mücadele aynı zamanda teknolojik rekabet boyutuyla da iç içe geçmiştir. 5G teknolojileri, dijital altyapı yatırımları ve veri güvenliği konuları, Güneydoğu Asya ülkelerinde yeni bir diplomatik kırılma hattı yaratmaktadır. Çin’in Huawei gibi teknoloji devleri üzerinden kurduğu dijital ağlar, bölge ülkelerini veri bağımlılığına sürüklerken; ABD, IPEF çerçevesinde “açık, güvenli ve şeffaf dijital pazarlar” oluşturma hedefiyle bu etkiyi sınırlamaya çalışmaktadır. Dijital altyapı yatırımları artık yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda stratejik bir silah haline gelmiş; siber güvenlik, bilgi akışı ve dijital egemenlik meseleleri yeni bir rekabet eksenine dönüşmüştür.

     Tüm bu süreçlerin diplomatik yansımaları oldukça karmaşıktır. Bir yandan Çin’in ekonomik ağırlığı, Güneydoğu Asya ülkelerinde pragmatik dış politika yaklaşımlarını güçlendirmekte; diğer yandan ABD’nin güvenlik temelli ittifakları, bu ülkelerin politik manevra alanını daraltmaktadır. Filipinler’in Duterte döneminde Çin’e yakınlaşması, ardından Marcos Jr. döneminde yeniden ABD eksenine yönelmesi bu dalgalanmanın somut örneğidir. Bu tür yönelim değişimleri, ekonomik bağımlılığın diplomatik sadakati her zaman garanti etmediğini göstermektedir. Dolayısıyla ekonomik rekabet, tek başına diplomatik üstünlük sağlamaktan ziyade, bölgesel dengeyi sürekli olarak yeniden tanımlamaktadır.

     Uzun vadede Güney Çin Denizi, yalnızca enerji hatlarının değil, ekonomik düzen vizyonlarının da kesişim noktası olmaya devam edecektir. Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi, ekonomik bağlantılar üzerinden jeopolitik bir çevre inşa ederken; ABD’nin Hint-Pasifik Ekonomik Çerçevesi, normatif ve teknolojik üstünlüğü koruma arayışındadır. Bu durum, bölge ülkelerini “seçim yapmaya zorlanan” pasif aktörler değil, iki küresel güç arasında stratejik dengeyi korumaya çalışan özerk oyuncular haline getirmektedir. Geleceğin Asya düzeni, yalnızca savaş gemileriyle değil, yatırım anlaşmaları, kredi hatları, dijital ağlar ve ticaret koridorlarıyla şekillenecektir. Ekonomik rekabet, bu anlamda yeni bir jeoekonomik diplomasi çağı başlatmış durumdadır.

     Güney Çin Denizi çevresinde yaşanan mücadele, klasik anlamda bir bölgesel krizden çok, ekonomik egemenlik ve sistemik meşruiyet savaşı niteliği taşımaktadır. Çin, altyapı diplomasisiyle fiili bir ekonomik alan kurarken, ABD, kurumsal normlar ve ittifak mekanizmalarıyla bu alanı sınırlamaya çalışmaktadır. Bu iki strateji arasındaki çekişme, yalnızca bölgenin geleceğini değil, küresel ekonomik düzenin yönünü de belirleyecektir. Şu anda atılan her yatırım, açılan her deniz koridoru ve imzalanan her anlaşma, aslında 21. yüzyılın güç mimarisinde kimin merkezde olacağına dair sessiz bir oylamadır.


Uluslararası Hukuk ve Meşruiyet Sorunu

     Güney Çin Denizi’nde yaşanan egemenlik mücadelesi, yalnızca bölgesel bir deniz yetki alanı meselesi değil, aynı zamanda uluslararası hukukun büyük güçler karşısındaki sınırlarını görünür kılan bir laboratuvar niteliğindedir. 2016 yılında Lahey’deki Daimi Tahkim Mahkemesi (Permanent Court of Arbitration, PCA), Filipinler’in açtığı dava sonucunda Çin’in Güney Çin Denizi üzerindeki “Dokuz Çizgi Hattı” (Nine-Dash Line) iddialarını uluslararası hukuka aykırı buldu. Mahkeme kararına göre Çin’in tarihsel hak iddiaları, Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (UNCLOS) ile bağdaşmıyor, ayrıca yapay adaların karasuları oluşturma niteliği taşımadığı belirtiliyordu. Ancak Çin, hem davaya katılmadı hem de kararın bağlayıcılığını reddetti. Bu tutum, uluslararası hukuk düzeninin en temel ilkesi olan “kararların bağlayıcılığı” ilkesine açık bir meydan okuma anlamına geldi. Çin’in bu tavrı, büyük güçlerin uluslararası hukuku kendi çıkarlarıyla çeliştiği noktada nasıl esnetebildiğini gösteren güncel bir örnek olarak tarihe geçti.

     Çin’in karar karşısındaki reddiyesinin arkasında, hukuktan ziyade güç politikalarının belirleyici olduğu realist bir yaklaşım yatmaktadır. Pekin yönetimi, Güney Çin Denizi üzerindeki tarihsel egemenlik iddiasını yalnızca yasal bir argümanla değil, ulusal kimlik ve egemenlik söylemiyle desteklemektedir. Çin için bu deniz alanı, sadece enerji kaynakları ya da ticaret yolları bakımından değil, aynı zamanda “bölgesel prestij” ve “ulusal bütünlük” açısından da stratejik bir öneme sahiptir. Dolayısıyla Pekin, Lahey kararını tanımayarak uluslararası hukuk düzeninden ziyade kendi jeopolitik çıkarlarını öncelemiştir. Çin Dışişleri Bakanlığı’nın “Bu karar bir kağıt parçasından ibarettir” açıklaması, hukuk karşısında güç meşruiyetinin nasıl inşa edildiğini açıkça ortaya koymuştur.

     Bu süreçte ABD’nin tutumu da dikkat çekicidir. Washington yönetimi, 2016 Lahey kararını Çin’e karşı diplomatik bir baskı aracı olarak kullanmış, uluslararası hukuk söylemini kendi küresel stratejisinin bir parçası haline getirmiştir. ABD, kendisi UNCLOS’a taraf olmamasına rağmen, Çin’in sözleşmeye aykırı davrandığını öne sürmüş ve “uluslararası düzenin savunucusu” pozisyonuna yerleşmiştir. Bu durum, uluslararası hukukun çoğu zaman “seçici” biçimde uygulanabildiğini ve büyük güçlerin hukuku bir normatif çerçeve değil, stratejik bir meşruiyet zemini olarak kullandığını göstermektedir. ABD’nin bu söylemi, güç siyasetiyle hukuk arasında ince bir çizgide yürüyen bir meşruiyet inşasıdır: hukuk, kendi jeopolitik hedeflerinin moral dayanağı haline getirilir.

     Bu çerçevede ABD’nin Hint-Pasifik stratejisi, yalnızca askeri caydırıcılığa dayalı bir kuşatma politikası değil, aynı zamanda uluslararası hukuk ve normatif düzen söylemiyle desteklenen ideolojik bir meşruiyet kampanyasıdır. ABD, Güney Çin Denizi’nde gerçekleştirdiği “Seyrüsefer Serbestliği Operasyonları” (Freedom of Navigation Operations, FONOPs) aracılığıyla, Çin’in deniz yetki iddialarına meydan okumakta ve bu operasyonları “uluslararası hukukun korunması” gerekçesiyle savunmaktadır. Ancak bu operasyonların hukuki sınırları ve etik temelleri oldukça tartışmalıdır. Washington yönetimi, bir yandan uluslararası hukuku koruma iddiasında bulunurken, diğer yandan kendi ulusal çıkarlarını güçlendirmek için aynı hukuk normlarını pragmatik biçimde yorumlamaktadır. Bu durum, uluslararası sistemdeki çift standartları görünür kılmakta, hukukun büyük güçler nezdinde araçsallaştırıldığını göstermektedir.

     Uluslararası hukuk, teoride devletler arasında eşitlik ilkesine dayanır; ancak pratikte bu eşitlik, güç dengeleriyle sınırlandırılır. Özellikle deniz yetki alanları gibi yüksek stratejik değer taşıyan konularda, hukukun yaptırım gücü çoğu zaman askeri, ekonomik ya da diplomatik kapasiteye bağımlıdır. Güney Çin Denizi örneğinde, Lahey kararının uygulanamaması, bu bağımlılığın en açık göstergesidir. Uluslararası hukuk kuralları, normatif düzeyde varlığını sürdürse de, bunların hayata geçirilmesi büyük ölçüde güç sahiplerinin rızasına bağlıdır. Bu nedenle, uluslararası hukuk düzeni “anayasal” bir sistemden ziyade “rıza temelli” bir yapı olarak işlemektedir. Büyük güçler, çıkarlarıyla çelişmediği sürece hukuku destekler; çıkarlarıyla çatıştığında ise hukuku ya esnetir ya da görmezden gelir.

     ABD’nin 2003 Irak işgalinde Birleşmiş Milletler onayı olmaksızın hareket etmesi, ya da Kosova müdahalesinde uluslararası hukuku “insani gerekçelerle” aşması, Washington’un uluslararası hukuk karşısında daima seçici bir yaklaşım sergilediğini göstermiştir. Dolayısıyla ABD’nin Güney Çin Denizi bağlamında “uluslararası düzenin koruyucusu” olarak kendini konumlandırması, ahlaki bir duruştan ziyade stratejik bir tercihtir. Çin ise bu söyleme karşı “Batı merkezli hukuk düzeninin” taraflı olduğunu iddia etmekte ve kendi bölgesel düzen anlayışını öne çıkarmaktadır. Bu karşılıklı söylem savaşı, uluslararası hukuk düzeninin evrensel bir norm sistemi olmaktan çıkıp, büyük güçlerin rekabet sahasında bir ideolojik araç haline geldiğini gösterir.

     Lahey kararının uygulanamaması yalnızca Çin’in hukuku reddetmesinden değil, aynı zamanda uluslararası toplumun kolektif bir yaptırım mekanizmasına sahip olmamasından kaynaklanmaktadır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin yapısı gereği, daimi üyelerden biri olan Çin’in vetosu, herhangi bir yaptırım sürecini daha başlamadan engellemektedir. Böylece uluslararası hukuk, özellikle büyük güçler söz konusu olduğunda, etkisiz bir “normatif rehber” niteliğine bürünür. Bu durum, uluslararası ilişkilerdeki meşruiyet kavramını da derinden sarsar. Meşruiyet, artık hukuk temelli değil, güç temelli bir olgu haline gelmektedir. Güçlü olan, meşru olandır; meşruiyet ise uluslararası toplumun değer yargılarından ziyade, askeri ve ekonomik kapasitelerin dayattığı bir algıya dönüşmektedir.

     Güney Çin Denizi’nde yaşanan bu durum, uluslararası hukuk teorilerinin sınırlarını da yeniden tartışmaya açmıştır. Liberal kuramın savunduğu “kurumların ve normların davranışları şekillendirebileceği” iddiası, bu örnekte zayıf kalmaktadır. Realist yaklaşım, uluslararası hukuku güç ilişkilerinin yansıması olarak değerlendirirken, konstrüktivist bakış açısı ise meşruiyetin bir anlam inşası süreci olduğunu savunur. Ancak Güney Çin Denizi’nde her iki teori de sınırlı açıklama gücüne sahiptir: hukuk, burada ne tam anlamıyla davranışı belirleyen bir normdur, ne de tamamen etkisiz bir idealdir; aksine, güç tarafından yeniden tanımlanan ve araçsallaştırılan bir söylem alanıdır.

     Bu tablo, uluslararası hukukun geleceğine dair karamsar bir tablo çizse de, aynı zamanda hukuk ile siyaset arasındaki dinamik ilişkiyi anlamak açısından da önemlidir. Güney Çin Denizi örneği, normların yalnızca yazılı metinlerde değil, güç dengeleri içinde yeniden şekillendiğini gösterir. ABD’nin hukuk söylemini stratejik meşruiyet aracı olarak kullanması, Çin’in ise bu söyleme tarihsel egemenlik iddiasıyla karşı çıkması, uluslararası düzenin artık tek merkezli bir hukuk sistemine dayanamayacağını kanıtlar. Meşruiyet, günümüzde bir “güç anlatısı” haline gelmiştir; uluslararası hukuk ise bu anlatının hem meşrulaştırıcı hem de sorgulanan aracı konumundadır.

     2016 Lahey Kararı ve sonrasında yaşanan gelişmeler, uluslararası hukuk sisteminin yapısal zaaflarını açık biçimde ortaya koymuştur. Büyük güçler arasındaki rekabet, hukuku zayıflatmakla kalmamakta, onu bir “jeopolitik dil” haline getirmektedir. ABD’nin normatif düzen vurgusu, Çin’in egemenlik temelli söylemiyle çatıştıkça, uluslararası hukuk sahası, tarafsız bir hakem olmaktan ziyade güç mücadelesinin entelektüel cephesine dönüşmektedir. Güney Çin Denizi’nde süregelen bu durum, geleceğin uluslararası düzeninin de hukukla değil, güçle tanımlanacağı yönünde güçlü bir işaret taşımaktadır.


Yeni Soğuk Savaş mı? ABD-Çin Rekabetinin Küresel Sistem Üzerindeki Etkileri

     Soğuk Savaş’ın bitişi, dünya siyasetinde bir “tarihin sonu” yanılsaması yaratmıştı. Liberal düzenin kalıcı hâkimiyeti, küreselleşmenin barışı getireceği inancı ve ekonomik karşılıklı bağımlılığın savaşları önleyeceği varsayımı, 1990’lar boyunca Batı’nın ideolojik rahatlama dönemini simgeliyordu. Ancak 21. yüzyılın ikinci on yılından itibaren bu denge kırıldı. ABD’nin tek kutuplu üstünlüğü, Çin’in ekonomik ve teknolojik yükselişiyle sarsıldı; Rusya’nın yeniden jeopolitik bir aktör olarak sahneye dönmesiyle de sistem, yeniden güç rekabetinin sert rüzgârlarını hissetmeye başladı. Bu yeni konjonktür, akademik literatürde “Yeni Soğuk Savaş” olarak adlandırılan bir dönemi işaret ediyor. Ancak bu savaş, nükleer bloklar ve ideolojik kamplaşmalarla değil; teknoloji, ticaret, deniz yetki alanları ve bölgesel nüfuz mücadeleleriyle yürütülüyor.

     ABD’nin küresel liderliği, Soğuk Savaş dönemindeki gibi mutlak değil; bu kez rakip bir kutbun ideolojik değil, pragmatik güç araçlarıyla yükselmesi söz konusu. Çin’in ekonomik büyüklüğü, üretim kapasitesi, deniz gücü yatırımları ve Kuşak ve Yol Girişimi gibi küresel projeleri, Washington’un Soğuk Savaş sonrası inşa ettiği liberal uluslararası düzenin temellerini sarsıyor. Bu noktada güç dengesi, klasik realizmdeki gibi askeri kapasiteyle değil; ekonomik ağların, teknolojik bağımlılıkların ve diplomatik ittifakların bir bileşkesiyle yeniden tanımlanıyor. ABD, kendi hegemonyasının çözülmesini yavaşlatmak için Asya merkezli bir stratejik yeniden yapılanma sürecine girmiş durumda. Hint-Pasifik Stratejisi tam da bu yeniden yapılanmanın ürünü.

     Bu bağlamda, küresel sistem giderek çok kutuplu bir karakter kazanıyor. Ancak bu çok kutupluluk, 19. yüzyıl Avrupa’sındaki gibi eşit güç merkezlerinin dengesi değil. Çin ve ABD iki ana eksen oluştururken, Rusya, Hindistan, Avrupa Birliği ve Japonya gibi aktörler “ara kutuplar” hâlinde bu dengeyi şekillendiriyor. Çok kutupluluk söylemi, aslında küresel düzende hegemonik istikrarın sona erdiğini, karar alma süreçlerinin dağınıklaştığını ve güç projeksiyonlarının bölgeselleştiğini anlatıyor. Çin’in yükselişi, ABD’nin küresel liderliğini doğrudan tehdit ederken, bu durum Batı ittifakının da kendi içinde çatlamasına neden oluyor. Avrupa, ABD’nin stratejik önceliklerini paylaşsa da, ekonomik çıkarları Çin’le derin biçimde iç içe geçmiş durumda. Bu yüzden Avrupa’nın pozisyonu, klasik Soğuk Savaş’taki “Batı bloğu” kadar yekpare değil; aksine stratejik özerklik arayışları, Avrupa’yı Washington’la Pekin arasında denge kurmaya zorluyor.

     NATO’nun Asya açılımı bu denge arayışının ilginç bir göstergesi. Kuruluşundan bu yana Kuzey Atlantik bölgesinin güvenliğini hedefleyen ittifak, son yıllarda Hint-Pasifik bölgesine yönelik söylem ve faaliyetlerini artırdı. Japonya, Güney Kore, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi ülkelerle kurulan stratejik ortaklıklar, NATO’nun küresel bir güvenlik örgütüne evrildiğinin işareti. Ancak bu genişleme, Avrupa’nın savunma öncelikleriyle her zaman örtüşmüyor. Avrupa ülkeleri, Çin’i ekonomik ortak olarak tutmak isterken, ABD’nin Asya’daki askeri yığınağını desteklemekte isteksiz davranıyor. Özellikle Fransa ve Almanya gibi ülkeler, “stratejik özerklik” kavramını öne sürerek NATO’nun küresel yönelimini sorguluyor. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un “Avrupa, ABD’nin vekili olmamalıdır” yönündeki açıklamaları bu gerilimin dışavurumu niteliğinde.

    Avrupa’nın bu ikircikli tutumu, Yeni Soğuk Savaş’ın ideolojik değil, jeoekonomik temelde ilerlediğini gösteriyor. ABD için Çin, sadece askeri değil; teknolojik, ticari ve sistemik bir rakip. Huawei, TikTok, 5G teknolojisi gibi konular, artık ulusal güvenliğin parçası olarak görülüyor. Buna karşılık Avrupa, Çin pazarına erişimini kaybetmeden ABD’yle ittifakını sürdürmenin yollarını arıyor. Bu durum, Soğuk Savaş dönemindeki net sınır çizgilerini bulanıklaştırıyor. Artık ittifaklar, ideolojik değil; pragmatik ve geçici çıkar dengeleri üzerine kuruluyor.

    Bu denklemde Rusya’nın rolü belirleyici. Çin-ABD rekabetinde Rusya, klasik anlamda üçüncü kutbu temsil etmiyor ama sistemin dengesini bozabilecek kadar etkili bir aktör. Ukrayna savaşı, Moskova’nın Batı’yla ilişkisini koparırken, Pekin’le stratejik yakınlaşmasını hızlandırdı. Bu yakınlaşma, her ne kadar “sınırsız ortaklık” olarak tanımlansa da, asimetrik bir ilişkidir. Çin ekonomik güç, Rusya ise askeri güç sağlayıcısı rolünü üstleniyor. İki ülke arasındaki bu işbirliği, ABD’nin küresel stratejisinde “ikili tehdit” algısını güçlendirdi. Washington için artık iki cepheli bir rekabet söz konusu: Avrupa’da Rusya, Asya’da Çin. Bu durum, ABD’nin kaynaklarını bölüyor ve Soğuk Savaş’taki gibi tek bir stratejik odağa yoğunlaşmasını zorlaştırıyor.

     Rusya ayrıca, Çin’in küresel sistemdeki yükselişine ideolojik zemin sağlıyor. Batı karşıtı söylem, egemenlik vurgusu, çok kutuplu düzen çağrısı gibi retorikler, Pekin’in “Batı merkezli düzen” eleştirisini meşrulaştırıyor. Ancak iki ülke arasındaki güven sınırlı; tarihsel rekabet, nüfus dengesizliği ve Orta Asya üzerindeki çıkar çatışmaları bu işbirliğinin kırılganlığını gösteriyor. Yine de Rusya’nın Ukrayna’daki askeri yıpranmışlığı, Çin’e uluslararası pazarlık masasında avantaj sağlıyor. Moskova, artık Pekin’in jeopolitik manevra alanını genişleten bir arka plan aktörüne dönüşmüş durumda.

      Bu üç kutuplu dinamik içinde Güney Çin Denizi, küresel rekabetin mikrokozmosu olarak öne çıkıyor. Bölge, sadece Çin ve ABD’nin değil, tüm küresel sistemin güç ilişkilerini yansıtan bir laboratuvar gibi. Burada yaşanan her kriz, uluslararası hukukun sınırlarını, caydırıcılığın etkisini ve ittifak siyasetinin kırılganlığını test ediyor. Çin’in yapay adalar inşa ederek deniz alanlarını genişletmesi, ABD’nin “seyrüsefer serbestliği” operasyonlarıyla karşılık buluyor. Bu iki strateji, görünürde bölgesel bir anlaşmazlık olsa da aslında küresel düzenin kim tarafından belirleneceğine dair daha derin bir mücadelenin parçası. Güney Çin Denizi’nin kontrolü, küresel ticaretin kalbini elinde tutmak anlamına geliyor; çünkü dünya deniz ticaretinin yaklaşık üçte biri bu bölgeden geçiyor.

     Dolayısıyla Güney Çin Denizi, sadece bir coğrafi alan değil; küresel güvenlik mimarisinin kırılma noktası. Burada yaşanacak bir çatışma, yalnızca Asya-Pasifik’in değil, dünya ekonomisinin dengesini sarsabilir. Bölge ülkeleri –Filipinler, Vietnam, Malezya– büyük güçler arasında denge politikası yürütürken, ASEAN’ın zayıf kurumsal yapısı kolektif bir çözümü imkânsız kılıyor. Bu nedenle Güney Çin Denizi, “büyük güç rekabetinin düşük yoğunluklu cephesi” olarak tanımlanıyor. Ne ABD ne de Çin doğrudan savaş istiyor, ama her iki taraf da geri adım atamıyor.

     Yeni Soğuk Savaş’ın bu cephelerinden biri de bilgi ve teknoloji alanı. Siber güvenlik, yapay zekâ, uzay rekabeti ve yarı iletken üretimi gibi alanlar, artık ulusal güvenlik stratejilerinin merkezinde. Bu nedenle Güney Çin Denizi’ndeki askeri üstünlük, yalnızca deniz gücüyle değil; sensör ağları, uydular, veri akışı ve istihbarat kapasitesiyle de ölçülüyor. Teknoloji, askeri caydırıcılığın yeni dili hâline gelmiş durumda. ABD, müttefikleriyle entegre bir “dijital savunma hattı” kurarken, Çin kendi teknolojik ekosistemini küreselleştiriyor.

     Sonuç olarak, içinde bulunduğumuz dönem klasik anlamda bir Soğuk Savaş’tan farklı olsa da, benzer bir mantıkla işliyor: karşılıklı bağımlılık, rekabeti ortadan kaldırmak yerine daha karmaşık hâle getiriyor. Küresel sistemde ideolojik sınırlar yerini stratejik alan mücadelelerine bıraktı. ABD-Çin rekabeti, sadece iki süper gücün çekişmesi değil; uluslararası düzenin geleceği üzerine bir tartışma. Güney Çin Denizi bu tartışmanın deniz yüzeyine vurmuş hali. Orada dalgalar yükseldikçe, dünya düzeni de yeniden şekilleniyor.


Sonuç

Hint-Pasifik bölgesi, 21. yüzyılın jeopolitik çekim merkezi haline gelmiştir. ABD’nin bölgeye yönelik stratejik dönüşü, Çin’in tarihsel ve ekonomik yükselişini çevreleme çabasıyla birleşerek küresel güç dengesinin yeniden tanımlandığı bir dönemi başlatmıştır. Güney Çin Denizi, bu rekabetin yalnızca coğrafi değil, sistemik merkezidir; deniz yollarının kontrolü, enerji güvenliği, uluslararası hukuk ve teknolojik üstünlük gibi birçok alanın kesişim noktasında yer alır. ABD, “Özgür ve Açık Hint-Pasifik” söylemiyle kendi hegemonik düzenini korumaya çalışırken; Çin, Kuşak ve Yol Girişimi üzerinden ekonomik, diplomatik ve askeri kapasitesini genişleterek alternatif bir düzen inşa etmektedir. Bölgedeki güvenlik ikilemi, klasik Soğuk Savaş mantığından farklı biçimde, doğrudan ideolojik değil ama yapısal bir rekabet yaratmaktadır. Her iki güç de caydırıcılığı artırmak adına attıkları adımlarla aslında istikrarsızlığı derinleştirmekte; bu da Güney Çin Denizi’ni sürekli gerginliğin hâkim olduğu bir alan haline getirmektedir. ASEAN ülkeleri, Japonya, Hindistan ve Avustralya gibi aktörler ise bu iki kutup arasında denge arayışındadır; ancak ekonomik bağımlılıklar ve güvenlik kaygıları, ortak bir stratejik vizyonun oluşmasını engellemektedir. Böylece Hint-Pasifik, sadece iki büyük gücün değil, orta ve küçük ölçekli devletlerin de varoluşsal tercihleriyle şekillenen çok katmanlı bir güç alanına dönüşmüştür. Uluslararası hukuk, bu süreçte büyük güç rekabetinin gölgesinde kalmıştır. 2016 Lahey Kararı’nın uygulanamaması, hukukun yaptırım gücünün askeri ve ekonomik kapasiteyle sınırlı olduğunu göstermiştir. Bu durum, küresel düzenin normatif ilkelerden çok güç ilişkileri tarafından belirlendiğini ortaya koymaktadır. ABD ve Çin arasındaki meşruiyet mücadelesi, yalnızca bölgesel sınırları değil, uluslararası hukuk sisteminin geleceğini de şekillendirmektedir. Hint-Pasifik’teki mücadele yeni bir küresel dönemin işaretidir. Bu dönem, klasik Soğuk Savaş’tan farklı olarak askeri bloklara değil, ekonomik ağlara, dijital altyapılara ve stratejik ittifakların esnek doğasına dayanmaktadır. Güney Çin Denizi’nde yaşanan her kriz, yalnızca bölgesel bir gerilim değil, küresel düzenin geleceğine dair bir sınavdır. ABD-Çin rekabeti, 21. yüzyılın güç mimarisini belirleyecek; ancak bu rekabetin barışçıl ya da çatışmacı bir yönde evrilmesi, bölgesel aktörlerin denge politikalarına, uluslararası hukukun etkinliğine ve küresel yönetişim anlayışının dönüşümüne bağlı olacaktır. Hint-Pasifik’in kaderi, yalnızca Asya’nın değil, insanlığın geleceğini de etkileyecek niteliktedir.


KAYNAKÇA


-Sar İ.,Demirkıran Ö.,(2023),''GÜNEY ÇİN DENİZİ’NDE ÇİN-ABD GÜÇ MÜCADELESİ''

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/3105463


-Bican B.,(2023),'' ‘Historical Mistake’ and the USA - China Global Rivalry: The South China Sea Dispute ''

https://dergipark.org.tr/tr/pub/ijps/issue/80047/1289516


-Yaşar M.,(2022), '' Güney Çin Denizi’nde Sino-Amerikan Varlığı: Jeo-Stratejik Rekabette Tehdit Algısının Sürekliliği ''

https://pdf.trdizin.gov.tr/pdf/ajhrRFJXUFdqcnVxcWJmTUg2U0d2RGFPOXlaQXQzUVI2bUo4L1hLV3pFUitzUFZMRzJNR0JxOHlHWkpzRUJabWg3eVA4K2thSFBaRFFnSVhPYlQwRkU2UHZTVGpTWWN6ZFFiaklwdHlTRWpKUlNUc3FuVDVNRjZ4UGVWcmxBdjJScXpiOUs3ZmNRbEZ3aTlMbnJ0UE9oaVZXNjVTRmFOcUE3bEd6MzJFYzJ6blJOSlFkWGlTRG51bmNJQi96ODgxSFBYeEx6TkhNSnZUSTMwMGVlNklFQ0hGc0N0dWZnRFV2Um85WnNPamhpRT0


-Şahin E,(2024), '' GÜNEY ÇİN DENİZİ’NDE JEOPOLİTİK DİNAMİKLER: OFANSİF REALİZM TEORİSİ ÇERÇEVESİNDE ABD-ÇİN REKABETİ ''

https://tegad.org/files/88/PUB/MA/677e70b757952/M5699-220210.pdf


-Doğan S., '' GÜNEY ÇİN DENİZİ TAHKİM DAVASI (FİLİPİNLER CUMHURİYETİ/ÇİN HALK CUMHURİYETİ) ''

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1671823


-Genç A.,(2019),''Enerji Kaynakları Çatışmasının Ortasında Güney Çin Denizi ''

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1919462


-Doğan D.,Gürkaynak M., (2019), '' ÇİN HALK CUMHURİYETİ’NİN GÜNEY ÇİN DENİZİNDE DÖNÜŞEN YENİ STRATEJİSİ: FOUR SHA DOKTRİNİ ''

https://iibfdergi.sdu.edu.tr/assets/uploads/sites/352/files/yil-2019-cilt-24-sayi-4-yazi09-24102019.pdf


-Humbatov, S. & Adıbelli, B. (2025). “Hint-Pasifik, Güney Çin Denizi ve Uzak Doğu’da ABD ve Çin Rekabet Alanları”. ECSBD Dergisi, 3, 11-23.

https://dergipark.org.tr/tr/pub/ecsbd/issue/92185/1710953


-Bayram, D. Ç. & Arafat, M. (2018). “Hindistan-Çin-ABD Üçgeninde ‘Hint-Pasifik’ Kavramsallaştırması”. Dergipark.

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/609691


-“Çin’in Kamboçya’daki Üssü ve Amerika’nın Asya Stratejisi” (Altay, 2022). İn­samer Analizi.

https://www.insamer.com/tr/uploads/pdf/altay.pdf


-Pekcan, C. “Güney Çin Denizi Sorunu Çerçevesinde Çin-Hindistan İlişkileri”

https://acikerisim.comu.edu.tr/bitstreams/b289025e-77d9-4c2b-8265-d7fe97f4fa23/download


-“Güney Çin Denizi” – TASAM (Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi) raporu. PDF

https://tasam.org/Files/Icerik/File/G%C3%BCney_%C3%87in_Denizi_CTM_son_pdf_4d8897a8-7b00-4bd0-af76-03b6b4478ca9.pdf


-ABD’nin Çin’i Çevreleme Stratejisi ve Küresel Hegemonya — Anadolu Ajansı Analiz (2019).

https://www.aa.com.tr/tr/analiz/abd-nin-cini-cevreleme-stratejisi-ve-kuresel-hegemonya/1546970


-Çin ve Hindistan’ın Deniz Stratejisi ve Hint Okyanusu’nda Güç Mücadelesi — Acar, İ. (2012).

https://www.ajindex.com/dosyalar/makale/acarindex-1423872719.pdf


-Akosmanoğlu, Tuğçe. “Geopolitical Containment of China and Türkiye.” DergiPark.

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/3901693


-Humbatov, Samir & Adıbelli, Barış. “Hint-Pasifik, Güney Çin Denizi ve Uzak Doğu’da ABD ve Çin Rekabet Alanları.” DergiPark.

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/4922554


-“Güney Çin Denizi: Deniz Güvenliği ve Ulusal Çıkarlar.” UDİAD.

https://udiad.org/guney-cin-denizi-deniz-guvenligi-ve-ulusal-cikarlar/


-Öğretim Üyesi Kerem Göktén, “Güney Çin Denizi: Ekonomik ve Stratejik Rekabeti Anlamak” – Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi.

https://www.researchgate.net/publication/360219428_Guney_Cin_Denizi_Ekonomik_ve_Stratejik_Rekabeti_Anlamak_ANKARA_HACI_BAYRAM_VELI_UNIVERSITESI_IKTISADI_VE_IDARI_BILIMLER_FAKULTESI_DERGISI?


-“Hint-Pasifik Bölgesi ve ABD’nin Hint-Pasifik Strateji Belgesinin Şifreleri” – Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE)

https://www.sde.org.tr/hint-pasifik-bolgesi-ve-abdnin-hint-pasifik-strateji-belgesinin-sifreleri-konu-325


-Uğur Bayıllıoğlu, “Güney Çin Denizi Tahkiminde Hakemlik Mahkemesi’nin İnsanlığın Ortak Mirası ve Diğer Devletlerin Deniz Alanlarına Sağladığı Koruma / Ada–Statüsünün Sınırları” – TBB Dergisi 2017 (130). PDF

https://tbbdergisi.barobirlik.org.tr/m2017-130-1667


-Hindistan‑Çin‑ABD Üçgeninde “Hint‑Pasifik” Kavramsallaştırması (Duygu Çağla Bayram & Mohammad Arafat, 2018)

https://dergipark.org.tr/tr/pub/bader/issue/41740/504043


-Asya Pasifik ve Hint Pasifik’te ABD Öncülüğünde Geliştirilen İttifakların (AUKUS‑THE QUAD) ABD‑Çin İlişkilerine Etkisi (Y. Çokgüçlü, 2022)

https://www.sobider.net/FileUpload/ep842424/File/21.asya_pasifik_ve_hint_pasifik%E2%80%99te_abd_onculugunde_gelistirilen_ittifaklarin_%28aukus-_the_quad%29_abd-cin_iliskilerine_etkisi.pdf





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

1 Ağustos 2025 Yazısı

7 Mart 2025 Yazısı

1 Temmuz 2025 Yazısı