1 Ekim 2025 Yazısı
Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Alanında Transhümanizm
Giriş
İnsanın biyolojik ve bilişsel sınırlarını aşma arayışı, modern bilim ve teknolojinin sunduğu imkânlarla birlikte transhümanizm adı altında normatif ve stratejik bir projeye dönüşmüştür. 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Julian Huxley ve onun ardından Max More ile Nick Bostrom gibi düşünürler tarafından teorik çerçevesi çizilen bu akım, Aydınlanma’nın ilerleme ve rasyonalite ideallerinin en radikal uzantısı olarak kabul edilebilir. Transhümanizm, teknolojiyi insanın dış dünyasını dönüştürmenin ötesinde, bizzat insan öz varlığını geliştirmek ve yeniden inşa etmek için bir araç olarak konumlandırarak, geleneksel felsefi, etik ve siyasal kabulleri temelden sorgulamaktadır.
Bu makale, transhümanizmin entelektüel köklerini ve posthümanizm ile olan ayrımını ortaya koyarak başladığı analizini, akımın siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler disiplinleri üzerindeki dönüştürücü etkileri üzerinden derinleştirmektedir. Transhümanist teknolojilerin, siyasal iktidar, demokrasi, vatandaşlık ve insan hakları gibi temel siyaset bilimi kavramlarını nasıl yeniden biçimlendirdiği incelenmekte; özellikle biyopolitika ekseninde devletlerin yaşamı yönetme kapasitelerinin biyolojik parametrelere kadar genişlediği vurgulanmaktadır.
Uluslararası ilişkiler perspektifinde ise transhümanizm, küresel güç dengelerinin ve güvenlik mimarisinin yeni belirleyicisi olarak ele alınmaktadır. Makale, ABD, Çin ve Rusya gibi küresel aktörlerin bu teknolojileri birer jeopolitik ve tekno-politik araç olarak nasıl kullandığını, hibrit savaşlar ve siber güvenlik tartışmaları bağlamında analiz etmektedir. Ayrıca, insan kapasitesini artırma yarışının doğurduğu güvenlik ikilemleri, uluslararası hukuk ve etik sorumluluk boşlukları da kritik bir odak noktasıdır. Son olarak, transhümanizmin toplumsal ve kültürel düzeyde yarattığı biyoteknolojik uçurum, sosyal eşitsizlikler ve kimlik dönüşümü tehditleri irdelenerek, bu radikal teknolojik geleceğin bir ütopya mı yoksa bir distopya mı vaat ettiği sorusu çok boyutlu bir bakış açısıyla tartışmaya açılmaktadır.
Bu çalışma, transhümanizmin sadece felsefi veya bilimsel bir merak konusu olmaktan çıkıp, 21. yüzyılın küresel siyasetini ve toplumsal yapısını derinden etkileyen, stratejik bir paradigma olduğunu ortaya koymayı amaçlamaktadır.
Transhümanizm’in Felsefi ve Tarihsel Arka Planı
Transhümanizm, insanın biyolojik, zihinsel ve duygusal kapasitesini teknoloji aracılığıyla geliştirmeyi amaçlayan felsefi bir akım olarak, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren akademik ve entelektüel tartışmalarda giderek daha fazla yer edinmiştir. Kavram, esasen insanın doğa karşısındaki sınırlılıklarını aşma arzusunun modern bilim ve teknoloji ile birleşmiş bir versiyonunu ifade eder. Bu bağlamda transhümanizm, insanın evrimsel sürecini bilinçli bir şekilde yönlendirmeyi hedefleyen normatif bir proje olarak tanımlanabilir.
Transhümanizmin entelektüel kökleri Aydınlanma düşüncesine kadar geri götürülebilir. Francis Bacon’un bilgi ile doğaya hâkim olma vurgusu, Condorcet’nin insanın mükemmelleşme kapasitesine dair iyimserliği, bu düşüncenin erken ipuçları arasında sayılabilir. Modern anlamda transhümanizm terimini kullanan ilk isimlerden biri Julian Huxley’dir. 1957’de kaleme aldığı yazısında Huxley, insanın kendi evrimini bilinçli biçimde kontrol edebileceğini ileri sürmüş, teknolojiyi bu sürecin temel aracı olarak konumlandırmıştır. Daha sonra Fereidoun M. Esfandiary (FM-2030), Max More, Nick Bostrom gibi düşünürler transhümanist hareketin teorik çerçevesini oluşturmuşlardır. Özellikle Bostrom, Oxford Üniversitesi’nde kurduğu Future of Humanity Institute aracılığıyla transhümanizmin felsefi ve etik boyutlarını uluslararası akademik alana taşımıştır.
Teknoloji, insan ve toplum arasındaki ilişki transhümanizm de yeni bir paradigma kazanır. Geleneksel olarak teknoloji, insanın dış dünyayı dönüştürmesine hizmet eden bir araç olarak görülürken, transhümanizm de teknoloji insanın bizzat kendisini dönüştürmenin ve yeniden inşa etmenin aracı olarak ele alınır. Biyoteknoloji, yapay zekâ, nanoteknoloji, genetik mühendisliği gibi alanlardaki gelişmeler, insan bedenini ve zihnini sınırlayan koşulları aşmayı mümkün kılabilecek kapasitededir. Bu noktada transhümanizm, modern bilimin ilerlemelerini yalnızca toplumsal refah için değil, insanın öz varlığını değiştirmek ve geliştirmek için kullanmayı hedefler. Bunun siyasal yansımaları, vatandaşlığın tanımı, insan haklarının kapsamı ve toplumsal eşitsizliklerin derinleşme ihtimali üzerinden tartışılır.
Transhümanizm ile sıklıkla karıştırılan ancak farklı bir yaklaşımı temsil eden posthümanizm de bu tartışmalarda öne çıkar. Posthümanizm, insan merkezli düşüncenin eleştirisine dayanır ve insanın doğa ile kurduğu hiyerarşik ilişkiyi reddeder. İnsan sonrası varoluş biçimlerinin (hayvanlar, makineler, yapay zekâlar) eşit düzeyde etik ve ontolojik değer taşıdığını savunur. Bu yönüyle posthümanizm, transhümanizmin aksine insanın üstün kapasitesini artırmayı değil, insanı merkeze alan anlayışı çözmeyi amaçlar. Dolayısıyla transhümanizm, “insanın ötesine geçme”yi teknik araçlarla gerçekleştirmeyi savunurken, posthümanizm “insanın merkeziliğini aşma”yı felsefi ve etik düzlemde temellendirir.
Tarihsel ve felsefi arka plan açısından bakıldığında transhümanizm, insanlığın modernite ile birlikte taşıdığı ilerleme, rasyonalite ve kontrol ideallerinin en ileri noktasını temsil eder. Ancak bu ideal, aynı zamanda derin çelişkiler barındırır: İnsan haklarının evrenselliği, genetik müdahalelerle farklılaşan insan tipleri karşısında nasıl korunacaktır? Siyasal topluluk, biyolojik olarak geliştirilmiş ve geliştirilmemiş bireyler arasında nasıl düzenlenecektir? Bu sorular, transhümanizmin sadece teknolojik bir proje değil, aynı zamanda felsefi, etik ve siyasal bir meydan okuma olduğunu göstermektedir.
Siyaset Bilimi Perspektifinden Transhümanizm
Transhümanizm, teknolojik ilerlemeler ve biyoteknolojik müdahaleler aracılığıyla insanın biyolojik ve bilişsel sınırlarını aşmayı hedefleyen bir düşünce akımı olarak, siyaset bilimi perspektifinde yeni ve kritik tartışmalar doğurmaktadır. Siyasal iktidar, demokrasi ve vatandaşlık kavramları, transhümanist dönüşümün etkisi altında yeniden biçimlenmektedir. İnsan kapasitesinin artırılması, hem bireysel hem de kolektif düzeyde güç dengelerini değiştirmekte ve siyasi otorite ile toplumsal denetim mekanizmalarını yeniden şekillendirmektedir. Örneğin, genetik modifikasyon, nöroteknoloji veya yapay zekâ destekli bilişsel geliştirmeler, devletlerin vatandaşlarına yönelik kontrol stratejilerini güçlendirebilirken, aynı zamanda demokratik süreçlerin işleyişini de karmaşıklaştırmaktadır. Bu bağlamda, vatandaşlık kavramı salt hukuki bir statü olmaktan çıkıp, biyoteknolojik kapasiteye dayalı yeni bir toplumsal hiyerarşiyi ifade edebilir.
İnsan hakları ve biyopolitika tartışmaları, transhümanizmin siyaset bilimi açısından en yoğun tartışma alanlarından birini oluşturmaktadır. Michel Foucault’nun biyopolitika kavramı ışığında, devletler yalnızca yaşamı yönetmekle kalmayıp, yaşamın biyolojik ve teknolojik parametrelerini de şekillendirme kapasitesine sahip olmaktadır. Transhümanist teknolojiler, bu durumu daha da ileri taşıyarak, bireylerin sağlığı, zekâ kapasitesi veya ömrü üzerinden yeni bir iktidar alanı yaratmaktadır. Bu durum, klasik insan hakları anlayışının sınırlarını zorlamakta, “doğal insan” ve “geliştirilmiş insan” ayrımını gündeme getirmektedir. Dolayısıyla, siyaset bilimi açısından transhümanizm, yalnızca teknolojik bir olgu değil, aynı zamanda hak ve adalet tartışmalarını yeniden kurgulayan politik bir olgu olarak ele alınmalıdır.
Devlet-toplum ilişkilerinde transhümanizmin yol açtığı dönüşüm, sosyal sözleşme ve kamu politikalarının yeniden değerlendirilmesini zorunlu kılmaktadır. Biyoteknolojik geliştirmeler ve yapay zekâ tabanlı politik araçlar, vatandaşların devletle olan etkileşim biçimlerini değiştirmekte, bireylerin özerklik ve denetim mekanizmaları üzerinde yeni sorgulamalara yol açmaktadır. Devletler, vatandaşlarının geliştirilmiş kapasitelerini yönetmek için yeni regülasyonlar geliştirmek zorunda kalırken, toplumun farklı kesimleri arasında eşitsizlikler ve çatışmalar da artabilmektedir. Bu durum, siyaset bilimi açısından, devlet-toplum ilişkilerinde klasik güç teorilerinin ve demokratik denetim mekanizmalarının yeniden ele alınmasını gerektirmektedir. Özellikle, teknolojiye erişim ve biyolojik yükseltmelerde adalet ilkeleri, sosyal uyum ve meşruiyet açısından kritik bir rol oynamaktadır.
Transhümanizm, siyaset bilimi alanında hem teorik hem de pratik düzeyde önemli tartışmalar başlatmaktadır. Siyasal iktidar yapıları, demokrasi süreçleri ve vatandaşlık kavramları, bireylerin biyoteknolojik kapasitesine bağlı olarak farklı biçimlerde yeniden şekillenmektedir. İnsan hakları ve biyopolitika alanındaki tartışmalar, yeni teknolojik müdahalelerin etik ve politik sınırlarını sorgularken, devlet-toplum ilişkileri de daha karmaşık ve çok katmanlı bir yapı kazanmıştır. Bu bağlamda, transhümanizm, siyaset bilimi için yalnızca bir gelecek senaryosu değil, aynı zamanda mevcut politik yapıların ve kuramların yeniden değerlendirilmesini zorunlu kılan dönüştürücü bir paradigma olarak ortaya çıkmaktadır.
Uluslararası İlişkiler Perspektifinde Transhümanizm
Transhümanizm, teknolojik ve biyolojik müdahaleler aracılığıyla insan kapasitesinin artırılmasını hedefleyen bir düşünce ve hareket olarak, uluslararası ilişkiler alanında yeni bir paradigmayı gündeme getirmektedir. Geleneksel güvenlik anlayışları, devlet merkezli ve insan unsuru odaklı bir çerçeve üzerine kuruluyken, transhümanizm bu yapıyı kökten dönüştürmektedir. İnsan yeteneklerinin artırılması, yapay zekâ ile entegre biyoteknolojik uygulamalar ve siber sistemlerin doğrudan devletlerin askeri ve ekonomik kapasitesine entegre edilmesi, uluslararası güç dengelerini yeniden tanımlama potansiyeline sahiptir. Bu bağlamda, transhümanist teknolojiler yalnızca bireysel veya toplumsal düzeyde değil, devletler arası ilişkilerde de stratejik bir araç haline gelmektedir.
Uluslararası Güvenlik ve Hibrit Savaşlara Etkisi
Transhümanizm, özellikle hibrit savaş stratejilerinde merkezi bir rol oynamaya başlamıştır. Hibrit savaş, geleneksel askeri güç unsurları ile siber saldırılar, dezenformasyon kampanyaları, biyolojik manipülasyonlar ve diğer asimetrik yöntemlerin bir kombinasyonunu ifade eder. Transhümanist müdahaleler, bu kapsamda askerlerin bilişsel ve fiziksel kapasitelerinin artırılmasını veya biyoteknolojik araçlarla savaş alanında üstünlük sağlanmasını mümkün kılmaktadır. Örneğin, yapay zekâ destekli sistemlerle entegre edilen biyolojik implantlar, askerlerin reaksiyon sürelerini ve karar alma hızlarını artırabilir. Bu durum, uluslararası güvenlik literatüründe geleneksel caydırıcılık teorilerinin yeniden düşünülmesini zorunlu kılmaktadır; çünkü üstün teknolojik yetenekler, klasik güç dengelerini tek taraflı olarak değiştirebilmektedir.
Siber Savaş, Yapay Zekâ ve Biyoteknoloji Bağlantıları
Transhümanist teknolojilerin uluslararası ilişkilerdeki etkisi yalnızca fiziksel veya biyolojik kapasite artırımı ile sınırlı değildir. Siber savaş ve yapay zekâ destekli stratejiler, transhümanizmin küresel güç rekabetinde kritik bir rol oynadığını göstermektedir. Devletler, yapay zekâ algoritmaları aracılığıyla siber istihbarat toplamakta, siber saldırıları yönlendirmekte ve kritik altyapılara müdahale edebilmektedir. Biyoteknolojik araştırmalar ise, ulusal güvenlik açısından yeni tehditler ve fırsatlar yaratmaktadır. Genetik mühendislik, biyolojik ajanların kontrolü veya insan kapasitesinin artırılması gibi alanlarda yapılan çalışmalar, uluslararası hukuk ve etik tartışmalarını da derinleştirmektedir. Bu çerçevede transhümanizm, devletlerin stratejik kararlarını yalnızca askeri veya ekonomik kriterlerle değil, aynı zamanda biyoteknolojik ve siber kapasite ölçütleriyle de şekillendirmesine neden olmaktadır.
Ulus Devletin Geleceği ve Küresel Yönetişim
Transhümanizmin uluslararası ilişkilerdeki en kritik etkilerinden biri, ulus devletin geleneksel yapısının ve küresel yönetişim mekanizmalarının dönüşümüdür. İnsan kapasitesinin artırılması ve yapay zekâ entegrasyonu, devletlerin egemenlik anlayışını yeniden tanımlamak zorunda bırakmaktadır. Ulus devletler, hem kendi vatandaşlarının transhümanist müdahalelerden doğacak hak ve etik sorumluluklarını düzenlemek hem de diğer devletlerin stratejik avantajlarını dengelemek durumundadır. Bu bağlamda, küresel yönetişim mekanizmaları ve uluslararası örgütler, biyoteknoloji, yapay zekâ ve siber güvenlik alanlarında yeni normlar ve anlaşmalar geliştirmeye yönelmektedir. Gelecekte, transhümanist teknolojilere erişim, sadece ekonomik veya askeri güçle değil, etik ve hukuki uyum ile de ölçülecek bir uluslararası güç kriteri haline gelebilir.
Transhümanizm uluslararası ilişkiler alanında yalnızca teorik bir tartışma konusu olmanın ötesine geçmekte, güç dengelerini, güvenlik stratejilerini ve ulus devletlerin egemenlik anlayışını köklü biçimde dönüştürmektedir. Hibrit savaşlarda, siber saldırılarda ve biyoteknolojik kapasite yarışında transhümanist teknolojiler, devletlerin stratejik konumlarını belirleyen kritik araçlar haline gelmekte, küresel yönetişim sistemlerinin de uyum sağlamak zorunda olduğu yeni bir uluslararası düzeni gündeme getirmektedir.
Transhümanzim ve Güvenlik Dilemmaları
Transhümanizm, insan kapasitesini biyoteknolojik, genetik ve siber teknolojilerle geliştirme hedefi taşıyan bir ideoloji olarak, yalnızca toplumsal ve kültürel alanlarda değil, uluslararası güvenlik ve askeri stratejiler üzerinde de derin etkiler yaratmaktadır. Bu bağlamda, transhümanist teknolojiler, geleneksel savaş anlayışını dönüştürmekte ve devletlerin güvenlik politikalarını yeniden şekillendirmektedir. İnsan-ötesi unsurlar, askeri alanda operasyonel etkinliği artırırken aynı zamanda etik ve hukuki soruları da gündeme getirmektedir.
Askeri teknolojilerde insan-ötesi unsurlar, transhümanizmin doğrudan uygulama alanlarından biridir. Geliştirilen biyolojik ve siber artırımlar, askerlerin fiziksel ve bilişsel yeteneklerini artırmayı hedeflemektedir. Örneğin, nöroteknoloji ve yapay zeka entegrasyonu sayesinde askerler, normal insan sınırlarının ötesinde hızlı veri analizi, karar alma ve hedef tespiti yapabilir hale gelmektedir. Bu durum, stratejik üstünlük sağlamak isteyen devletler için cazip görünse de, güvenlik dengelerinde dengesizlikler yaratabilmektedir. İnsan-ötesi askerlerin varlığı, düşman güçler tarafından benzer teknolojiler geliştirilmediği takdirde savaş alanında ciddi avantajlar sağlayabilir; ancak bu aynı zamanda bir güvenlik ikilemini de beraberinde getirir.
Yapay zekâ destekli silah sistemleri, transhümanizmin güvenlik boyutunun bir diğer kritik alanını oluşturmaktadır. Otonom silah sistemleri, insansız hava araçları ve robotik savaş platformları, insan müdahalesine bağımlılığı azaltarak operasyonel etkinliği artırmaktadır. Ancak bu durum, karar mekanizmalarında etik sorumluluğun kimde olduğu sorusunu gündeme getirmektedir. Örneğin, yapay zekâ tarafından gerçekleştirilen bir saldırıda sivillerin zarar görmesi durumunda hukuki ve ahlaki sorumluluk sorunu ortaya çıkar. Ayrıca, bu teknolojilerin uluslararası alanda yaygınlaşması, devletler arasında yeni bir silahlanma yarışını tetikleyebilir ve küresel güvenlik ortamında istikrarsızlık yaratabilir.
Etik sorunlar ve uluslararası hukuk tartışmaları, transhümanizmin güvenlik boyutunda kaçınılmaz olarak gündeme gelmektedir. İnsan-ötesi askerlerin ve yapay zekâ destekli silahların kullanımı, mevcut uluslararası hukuk normlarıyla tam olarak uyumlu değildir. Özellikle Cenevre Sözleşmeleri ve savaş hukukuna göre savaş suçlarının tanımı, bu yeni teknolojilerin uygulanmasıyla belirsizleşmektedir. Ayrıca, transhümanist teknolojilerin askeri amaçlarla kullanımının insan hakları açısından sınırlandırılması gerekliliği, devletlerin ulusal güvenlik öncelikleriyle çatışabilmektedir. Bu durum, uluslararası hukukta yeni düzenlemelerin gerekliliğini ortaya koyarken, etik açıdan da insan yaşamının ve onurunun korunması konusunda ciddi bir tartışma alanı yaratmaktadır.
Transhümanizm ve güvenlik dilemmaları, modern uluslararası ilişkiler ve askeri strateji literatüründe giderek daha merkezi bir konu haline gelmektedir. İnsan-ötesi teknolojiler ve yapay zekâ destekli silah sistemleri, devletlere operasyonel üstünlük sağlama potansiyeli sunarken, aynı zamanda etik, hukuki ve stratejik riskleri beraberinde getirmektedir. Bu bağlamda, transhümanizmin güvenlik alanındaki etkilerini anlamak ve bu teknolojilerin sorumlu kullanımını sağlamak, uluslararası toplum için hem hukuki hem de stratejik açıdan öncelikli bir görev olarak değerlendirilmektedir.
Küresel Güç Rekabetinde Transhümanzim
21. yüzyılın başından itibaren küresel güçler arasındaki rekabet, klasik askeri ve ekonomik alanların ötesine taşınarak teknoloji ve biyoteknoloji eksenine kaymıştır. Transhümanizm, insan kapasitesini teknoloji ile artırmayı ve biyolojik sınırları aşmayı hedefleyen bir ideoloji ve hareket olarak, bu yeni rekabet arenasının kritik bir unsuru haline gelmiştir. ABD, Çin ve Rusya gibi küresel aktörler, yalnızca teknolojik üstünlük elde etmeye değil, aynı zamanda insan-ötesi yetenekler üzerinden stratejik avantaj sağlamaya çalışmaktadır. Bu bağlamda transhümanizm, sadece bir bilimsel veya etik tartışma olarak değil, jeopolitik ve tekno-politik bir araç olarak da değerlendirilmektedir.
ABD, transhümanizmi stratejik bir araç olarak ele alan en aktif aktörlerden biridir. Özellikle savunma ve güvenlik alanında, yapay zekâ destekli sistemler, insan-robot hibritleri ve gelişmiş biyoteknolojik uygulamalar, Amerikan stratejik planlamasında önemli bir yer tutmaktadır. DARPA (Defense Advanced Research Projects Agency) gibi kurumlar, insan performansını artıracak nöroteknolojiler ve gelişmiş protezler üzerinde yoğun çalışmaktadır. ABD’nin bu yaklaşımı, yalnızca askeri üstünlüğü hedeflemekle kalmayıp aynı zamanda ekonomik ve diplomatik alanlarda da bir teknoloji hegemonyası yaratma amacını taşımaktadır. Transhümanist araştırmalar, bu bağlamda ABD’nin global güç projeksiyonunda kritik bir araç olarak görülmektedir.
Çin ise transhümanizmi stratejik bir ekonomik ve teknolojik rekabet unsuru olarak konumlandırmaktadır. Çin’in “Made in China 2025” ve “Yeni Nesil Yapay Zekâ Geliştirme Planı” gibi girişimleri, insan kapasitesini teknolojiyle artırma ve biyoteknolojiyi entegre etme hedeflerini içerir. Çin, özellikle yapay zekâ, biyoteknoloji ve nöroteknoloji alanlarında yoğun Ar-Ge yatırımları yaparak, hem siber hem de biyoteknolojik üstünlük sağlamayı amaçlamaktadır. Bununla birlikte Çin, transhümanist projeleri hem ekonomik kalkınma hem de ulusal güvenlik bağlamında bir strateji olarak benimseyerek, ABD ile doğrudan bir teknoloji ve hegemonya rekabetine girmektedir. Bu yaklaşım, küresel güç dengelerini yalnızca ekonomik ve askeri alanla sınırlı kalmayacak şekilde dönüştürmektedir.
Rusya, transhümanizmi stratejik askeri ve istihbarat avantajı yaratma bağlamında değerlendiren bir başka önemli aktördür. Rus devlet kurumları, biyoteknoloji ve nöroteknoloji alanında, özellikle özel askeri güçler ve istihbarat operasyonları için insan kapasitesini artırıcı projelere yatırım yapmaktadır. Bu çalışmalar, Rusya’nın sınırlı ekonomik kaynaklarıyla teknolojiye dayalı asimetrik avantaj elde etme stratejisinin bir parçasıdır. Transhümanist uygulamalar, Rusya’nın jeopolitik hedeflerine ulaşmak için stratejik bir araç olarak görülmekte, özellikle Hibrit Savaş ve siber saldırı kapasitesinin güçlendirilmesinde kritik bir rol oynamaktadır.
Küresel güçlerin transhümanizm üzerinden yürüttüğü rekabet, yalnızca devletler arası ilişkileri değil, aynı zamanda uluslararası güvenlik mimarisini de yeniden şekillendirmektedir. İnsan-ötesi teknolojiler ve yapay zekâ destekli sistemler, klasik güç dengelerini değiştirme potansiyeline sahiptir. Bu durum, yeni bloklaşmalar ve ittifaklar oluşturma ihtiyacını doğurmakta, jeopolitik eksende yeni kutuplaşmaların zeminini hazırlamaktadır. ABD ve müttefikleri, teknolojik üstünlük ekseninde bir blok oluşturmaya çalışırken, Çin ve Rusya alternatif bir teknoloji ve güvenlik ağı kurma yoluna gitmektedir. Bu bloklaşmalar, klasik askeri ve diplomatik rekabetin ötesinde, teknolojik ve biyoteknolojik üstünlük temelli bir küresel güç mücadelesine işaret etmektedir.
Transhümanizmin küresel güç rekabetinde sunduğu fırsatlar kadar riskler de bulunmaktadır. İnsan-ötesi teknolojilerin kontrolsüz kullanımı, etik sorunlar, biyolojik güvenlik tehditleri ve uluslararası hukukta belirsizlikler yaratmaktadır. Aynı zamanda, teknolojik üstünlüğe dayalı yeni bloklaşmalar, küresel istikrarı tehdit edebilecek yeni güvenlik dilemması ve silahlanma yarışını tetikleyebilir. Bu bağlamda transhümanizm, sadece bir bilimsel veya felsefi konu olarak değil, uluslararası ilişkilerde stratejik bir parametre olarak ele alınmalıdır.
Transhümanizm, küresel güçler arasındaki rekabetin merkezi bir unsuru haline gelmiştir. ABD, Çin ve Rusya gibi aktörler, teknolojik üstünlük ve insan kapasitesini artırma stratejileri üzerinden küresel hegemonya mücadelesi yürütmektedir. Bu süreç, jeopolitik dengeleri yeniden şekillendirmekte ve uluslararası güvenlik ortamında yeni bloklaşmaların ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Transhümanizmin stratejik bir araç olarak kullanımı, 21. yüzyılda güç projeksiyonu ve küresel rekabet anlayışının temel belirleyicilerinden biri olarak ön plana çıkmaktadır.
Uluslararası Hukuk ve İnsan Hakları Boyutu
Transhümanizm, insan kapasitesini biyolojik, bilişsel ve teknolojik yollarla geliştirmeyi hedefleyen felsefi ve bilimsel bir akım olarak, uluslararası hukuk ve insan hakları alanında ciddi tartışmaları beraberinde getirmektedir. Geleneksel insan hakları normları, insanın doğuştan sahip olduğu temel haklar çerçevesinde kurgulanmıştır. Ancak transhümanist müdahaleler, insanın biyolojik ve bilişsel sınırlarını yeniden tanımlayarak hukuki kimliğin ve “insan” tanımının dönüşümüne yol açmaktadır. Bu bağlamda biyoetik ilkeler ve uluslararası hukuki çerçeveler, insanı hem koruyan hem de teknolojik müdahalelerle değiştirilebilen bir varlık olarak ele almak zorunda kalmaktadır.
Biyoetik, transhümanist teknolojilerin uygulanabilirliği ve sınırları konusunda uluslararası hukukta merkezi bir rol oynamaktadır. Genetik mühendislik, nöroteknoloji, siberimplantlar ve yapay zekâ destekli bilişsel artırımlar gibi müdahaleler, sadece teknik veya bilimsel değil, aynı zamanda etik ve hukuki boyutları da içerir. Bu teknolojilerin kullanımı, bireyin rızası, eşit erişim hakkı, zarar görmeme ilkesi ve toplumsal adalet gibi etik prensiplerle sınırlanmalıdır. Uluslararası sözleşmeler ve protokoller, bu müdahalelerin hem birey hem de toplum açısından güvenli ve etik bir çerçevede yürütülmesini sağlayacak düzenlemeleri öngörmektedir. Ancak mevcut hukuki yapıların, hızlı teknolojik gelişim karşısında yeterince esnek olmadığı eleştirilmektedir.
Transhümanist müdahaleler, “insan” tanımını ve hukuki kimliği de dönüştürmektedir. İnsan hakları bildirgeleri, temel olarak biyolojik ve psikolojik bütünlüğe sahip bir insanı koruma amacındadır. Ancak genetik modifikasyon, nöroenhancement ve siber-biyolojik birleşimler gibi uygulamalar, klasik insan tanımını zorlamakta ve hukuk sistemlerini yeni bir çerçeveye taşımaktadır. Örneğin, yapay zekâ destekli bilişsel artırımların bireyin özgür iradesi ve sorumluluğu üzerindeki etkileri tartışma konusu olmuştur. Bu durum, uluslararası hukukta “insan” kimliğinin sadece biyolojik değil, aynı zamanda teknolojik ve bilişsel boyutlarıyla ele alınmasını gerektirmektedir.
Bir diğer kritik boyut, Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası örgütlerin transhümanist gelişmelere karşı tutumudur. BM, biyoteknoloji ve yapay zekâ uygulamalarını insan hakları çerçevesinde değerlendiren çeşitli raporlar ve deklarasyonlar yayınlamış, insanın biyolojik bütünlüğünü koruma ilkesini vurgulamıştır. Uluslararası örgütler, devletler arası işbirliği mekanizmaları oluşturarak etik ve hukuki standartların evrenselleştirilmesini hedeflemektedir. Ancak uygulamada, teknolojik eşitsizlikler ve farklı kültürel yaklaşımlar, bu standartların küresel ölçekte uygulanmasını güçleştirmektedir. Özellikle Küresel Güney ve Kuzey arasındaki dijital ve biyoteknolojik uçurum, insan haklarının evrensel ölçekte korunmasını ciddi şekilde etkileyebilmektedir.
Transhümanizm, uluslararası hukuk ve insan hakları alanında hem fırsatlar hem de riskler ortaya koymaktadır. İnsan kapasitesinin artırılması, yaşam kalitesini yükseltme ve toplumsal refahı artırma potansiyeli taşırken, hukuki tanım ve etik sınırların belirsizliği ciddi sorunlar yaratmaktadır. Biyoetik ilkeler, hukuki çerçeveler ve uluslararası örgütlerin müdahaleleri, bu dönüşümü yönetmek için kritik öneme sahiptir. Gelecekte, transhümanist teknolojilerin yaygınlaşmasıyla birlikte, insan hakları ve hukuki kimlik kavramlarının yeniden tanımlanması, uluslararası hukuk için kaçınılmaz bir gereklilik haline gelecektir.
Transhümanizm’in Toplumsal ve Kültürel Etkileri
Transhümanizm, teknolojik ve biyolojik gelişmeler aracılığıyla insan yeteneklerini artırmayı hedefleyen bir düşünce ve hareket olarak, yalnızca bilim ve teknoloji alanında değil, toplumsal ve kültürel yapılar üzerinde de derin etkiler yaratmaktadır. Bu etkiler, bireysel kimlikten toplumsal eşitsizliklere, kültürel normlardan medeniyet paradigmasına kadar geniş bir yelpazede incelenebilir. Öncelikle transhümanizmin kimlik ve kültür üzerindeki etkileri değerlendirildiğinde, insanın fiziksel ve zihinsel sınırlarının teknolojik müdahalelerle genişletilmesi, geleneksel insan kimliğinin yeniden tanımlanmasına yol açmaktadır. Genetik mühendislik, yapay zekâ destekli bilişsel artırımlar veya nöroteknolojik implantlar gibi araçlar, bireylerin algı, hafıza ve yetenek düzeylerini değiştirebilir; bu durum, kimlik kavramının yalnızca biyolojik değil, teknolojik bileşenlerle de şekillendiği yeni bir çerçeve sunar. Kültürel normlar ve değerler de bu süreçten etkilenmektedir; örneğin, “doğal insan” ile “geliştirilmiş insan” arasındaki ayrım, toplumlarda etik ve sosyo-kültürel tartışmaları artırmakta, geleneksel medeniyet anlayışları ile modern teknolojik paradigmalar arasında yeni gerilimler yaratmaktadır.
Transhümanizmin toplumsal etkileri, özellikle sosyal eşitsizlikler ekseninde belirginleşmektedir. Teknolojiye erişim, ekonomik ve coğrafi farklılıklara bağlı olarak eşitsiz bir şekilde dağıldığında, toplumlar arasında yeni bir “biyoteknolojik uçurum” oluşabilir. Bu durum, yalnızca sağlık ve eğitim alanındaki fırsat eşitsizliklerini derinleştirmekle kalmaz, aynı zamanda sosyal sınıfların yapısal olarak yeniden şekillenmesine yol açar. Gelişmiş teknolojilere erişebilen bireyler ve topluluklar, yeteneklerini artırarak toplumsal rekabette avantaj elde ederken, bu imkanlardan mahrum kalan gruplar, mevcut eşitsizliklerin ötesinde yapay bir dezavantajla karşı karşıya kalabilir. Bu bağlamda transhümanizm, klasik sosyoekonomik eşitsizlikleri pekiştiren veya dönüştüren bir güç olarak işlev görebilir ve politika yapıcılar ile uluslararası örgütler için yeni düzenleme ve müdahale alanları ortaya çıkarır.
Küresel ölçekte bakıldığında, transhümanizmin etkileri Kuzey-Güney ayrımı ekseninde daha da belirginleşmektedir. Küresel Kuzey ülkeleri, yüksek teknolojik altyapı, güçlü Ar-Ge kapasitesi ve ekonomik kaynaklarla transhümanist müdahalelere daha kolay erişim sağlayabilirken, Küresel Güney ülkeleri bu tür teknolojik ilerlemelerden büyük ölçüde yoksun kalmaktadır. Bu durum, dijital ve biyoteknolojik uçurumları derinleştirerek, küresel eşitsizliklerin sadece ekonomik değil, aynı zamanda biyopolitik boyut kazanmasına neden olmaktadır. Dolayısıyla transhümanizm, yalnızca bireysel veya ulusal değil, küresel ölçekte de adalet ve eşitlik tartışmalarını yeniden şekillendiren bir etki alanına sahiptir.
Ayrıca, transhümanist teknolojiler, kültürel ve medeniyetlerarası etkileşimleri de dönüştürmektedir. Yeni insan-yapı teknolojileri, bilgi ve iletişim ağları aracılığıyla küresel kültürlerin birleşmesini veya çatışmasını hızlandırabilir. Özellikle, teknolojik artırımların kabulü ve etik sınırların belirlenmesi konusundaki kültürel farklılıklar, uluslararası normların ve kültürel değerlerin yeniden müzakere edilmesini gerektirmektedir. Bu süreç, kültürel çeşitliliğin korunması ile teknolojik ilerlemenin hızlandırılması arasındaki dengeyi bulmayı zorunlu kılmakta, medeniyetlerarası diyalog ve politik stratejiler açısından yeni bir alan açmaktadır.
Transhümanizmin toplumsal ve kültürel etkileri, kimlik ve medeniyet kavramlarını yeniden şekillendirirken, sosyal eşitsizlikleri derinleştirme potansiyeli taşımakta ve Küresel Kuzey ile Güney arasındaki dijital uçurumu görünür kılmaktadır. Bu etkiler, yalnızca teknolojik ve bilimsel bir tartışma alanı değil, aynı zamanda siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler disiplinleri açısından da stratejik ve etik öneme sahip bir konudur.
Gelecek Perspektifleri: Ütopya mı Distopya mı?
Transhümanizm, insan kapasitesini biyoteknoloji, genetik mühendislik, yapay zekâ ve nöroteknoloji aracılığıyla geliştirmeyi amaçlayan bir düşünce ve hareket olarak, siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler alanında önemli tartışmaları beraberinde getirmektedir. Bu bağlamda transhümanizmin geleceğe yönelik perspektifi, hem fırsatlar hem de riskler bağlamında ele alınmalıdır. Ütopyacı bir bakış açısıyla transhümanizm, insanın biyolojik ve bilişsel sınırlarını aşarak daha verimli, uzun ömürlü ve dayanıklı bireyler yaratmayı mümkün kılabilir. Bu, sağlık, eğitim ve üretim gibi toplumsal alanlarda ciddi iyileşmeler sağlayabilir ve devletlerin refah politikalarını yeniden tanımlamalarına olanak tanıyabilir. İnsanların daha güçlü bilişsel ve fiziksel yeteneklere sahip olması, demokratik süreçlere katılımı artırabilir ve küresel sorunlara karşı daha etkili kolektif çözümler üretmeyi mümkün kılabilir.
Ancak transhümanizmin sunabileceği bu fırsatlar, beraberinde ciddi risk ve tehditleri de getirir. Öncelikle teknolojik erişimdeki eşitsizlikler, küresel düzeyde yeni bir sınıfsal ayrışma yaratabilir. Zengin ülkeler ve elit gruplar, genetik ve nöroteknolojik iyileştirmelere erişim sağlarken, gelişmekte olan ülkeler bu gelişmelerin dışında kalabilir; bu durum uluslararası ilişkilerde güç dengelerini yeniden şekillendirebilir ve güvenlik gerilimlerini artırabilir. Ayrıca insanın biyolojik yapısına müdahale, etik, dini ve kültürel normlarla ciddi çatışmalar doğurabilir. Yapay zekâ ve biyoteknoloji destekli silahlar, savaş dinamiklerini radikal şekilde değiştirebilir ve uluslararası hukuk açısından ciddi boşluklar yaratabilir. Transhümanist müdahalelerin denetimsiz kullanımı, sadece bireysel değil, toplumsal düzeyde de öngörülemeyen sonuçlar doğurabilir; örneğin biyolojik silahların veya insan kapasitesini artıran teknolojilerin askeri amaçlarla istismarı, distopik senaryoların gerçekleşmesine zemin hazırlayabilir.
Siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler teorileri, transhümanizmin bu potansiyel etkilerini anlamada kritik bir araç sunar. Realist yaklaşım, güç ve güvenlik dengesine odaklanarak devletlerin transhümanist teknolojilere sahip olma mücadelesini analiz ederken, liberal perspektif işbirliği, uluslararası normlar ve kurumlar aracılığıyla bu teknolojilerin barışçıl ve adil kullanımını değerlendirebilir. Konstrüktivist bakış açısı ise transhümanizmin toplumsal norm ve değerler üzerindeki etkilerini inceleyerek, devletlerin ve uluslararası aktörlerin bu yeni paradigmayı nasıl algıladıklarını ortaya koyabilir. Ayrıca teknoloji ve güvenlik ekseninde ortaya çıkan hibrit ve siber savaş riskleri, klasik uluslararası ilişkiler teorilerini güncelleme gerekliliğini ortaya koymaktadır. Bu bağlamda transhümanizm, sadece bireysel veya etik bir mesele olarak değil, küresel siyaset ve uluslararası güvenlik bağlamında da merkezi bir konuma sahiptir.
Transhümanizmin geleceği, ne tamamen ütopyacı ne de tamamen distopik bir çerçevede değerlendirilebilir. Sunulan fırsatlar ve tehditler, politik karar alıcıların, uluslararası örgütlerin ve akademik toplulukların alacağı stratejik ve etik kararlarla şekillenecektir. İnsanlık, transhümanist teknolojilerin potansiyelini fırsata dönüştürebileceği gibi, yanlış yönetim ve etik gözetim eksikliği sonucunda ciddi toplumsal ve uluslararası risklerle karşı karşıya kalabilir. Bu nedenle, siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler perspektifinden transhümanizm, yalnızca teknolojik bir dönüşüm olarak değil, aynı zamanda küresel güç dengeleri, etik normlar ve insan hakları açısından kritik bir analiz nesnesi olarak değerlendirilmelidir.
Vaka Örneği ; DARPA’nın N3 Projesi: Transhümanizmin Askeri ve Stratejik Yansımaları
2017 yılında ABD Savunma Bakanlığı’na bağlı DARPA (Defense Advanced Research Projects Agency), askerlerin bilişsel ve fiziksel kapasitelerini artırmaya yönelik “Next-Generation Nonsurgical Neurotechnology (N3)” adlı bir proje başlattı. Bu proje kapsamında, invaziv olmayan nöroteknolojik cihazlarla askerlere beyin-bilgisayar arayüzü kazandırılması hedefleniyordu. Askerlerin düşünce yoluyla insansız hava araçlarını kontrol etmesi, çoklu veri analizini aynı anda gerçekleştirmesi ve refleks hızlarını artırması üzerine yapılan deneyler, transhümanizmin uluslararası güvenlik boyutunda ne kadar kritik hale geldiğini gösterdi. Bu girişim, yalnızca savaş alanında operasyonel üstünlük sağlama amacıyla değil, aynı zamanda ABD’nin küresel teknoloji yarışında Çin ve Rusya’ya karşı stratejik bir üstünlük kurma hedefiyle de ilişkilendirildi. Projenin duyurulması, uluslararası alanda etik tartışmaları da beraberinde getirdi; çünkü insanın bilişsel sınırlarının teknolojik araçlarla değiştirilmesi, “doğal insan” kavramının sınırlarını aşarken, savaş hukukunun ve insan haklarının nasıl korunacağına dair belirsizlikler yarattı.
SONUÇ
Bu makale, Transhümanizm’i yalnızca felsefi bir akım veya bilimsel bir proje olarak değil, aynı zamanda çağdaş siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler disiplinlerinin merkezine yerleşen kritik bir sosyo-politik paradigma olarak ele almıştır. Aydınlanma düşüncesine dayanan ve Julian Huxley ile modern biçimini alan transhümanizm, insanın biyolojik, bilişsel ve duygusal kapasitesini teknolojiyle geliştirme hedefini taşımaktadır. Ancak bu normatif proje, teknolojik ilerlemeyle birlikte derin etik, hukuki ve siyasal çelişkiler barındırmaktadır.
Siyaset bilimi perspektifinden bakıldığında, transhümanist dönüşümün vatandaşlık, demokrasi ve iktidar kavramlarını yeniden tanımladığı görülmektedir. Biyoteknolojik kapasiteye dayalı yeni hiyerarşilerin ortaya çıkma potansiyeli, klasik insan hakları anlayışının sınırlarını zorlamakta ve Foucault’nun çerçevelediği biyopolitika kavramını yeni bir boyuta taşımaktadır. Devletlerin vatandaşlarının yaşamını yönetme kapasitesi, biyolojik ve teknolojik parametrelerle genişleyerek, sosyal sözleşmenin yeniden değerlendirilmesini zorunlu kılmaktadır.
Uluslararası ilişkiler alanında transhümanizm, küresel güç dengelerini kökten değiştiren bir stratejik parametre olarak öne çıkmaktadır. Özellikle ABD, Çin ve Rusya gibi küresel aktörlerin, yapay zekâ, biyoteknoloji ve nöroteknoloji ekseninde yürüttüğü rekabet, klasik askeri ve ekonomik güç mücadelesinin ötesine geçmiştir. Bu teknolojiler, hibrit savaşlar ve siber güvenlik stratejilerinde merkezi bir rol oynayarak yeni bir güvenlik ikilemi yaratmakta, ulus devletin egemenlik anlayışını ve küresel yönetişim mekanizmalarını dönüştürmektedir. Askeri alandaki insan-ötesi unsurların ve otonom silah sistemlerinin kullanımı, uluslararası hukuk ve savaş hukuku açısından etik sorumluluk ve hukuki boşluklar sorununu doğurmaktadır.
Son olarak, transhümanizmin toplumsal ve kültürel etkileri ele alındığında, potansiyel refah artışına karşın, teknolojiye erişimdeki eşitsizlikler nedeniyle yeni bir biyoteknolojik uçurumun ve küresel ölçekte Kuzey-Güney eşitsizliklerinin derinleşme riski bulunmaktadır. Bu durum, sadece ekonomik değil, aynı zamanda biyopolitik eşitsizlikleri de pekiştirerek toplumsal adaleti tehdit etmektedir.
Nihayetinde, transhümanizmin geleceği ne tamamen ütopyacı ne de kaçınılmaz olarak distopik bir senaryoya işaret etmektedir. Bu dönüşümün siyasal ve uluslararası sonuçları, büyük ölçüde politik karar alıcıların, uluslararası örgütlerin ve akademik camianın alacağı etik ve stratejik kararlarla şekillenecektir. Transhümanizm, 21. yüzyılın en kritik teknolojik dönüşümü olarak, mevcut politik yapıları ve teorileri yeniden değerlendirmeye zorlayan ve küresel güvenliğin, adaletin ve insan haklarının geleceğini belirleyecek merkezi bir analiz nesnesi olmaya devam edecektir. Bu bağlamda, teknolojik ilerlemenin etik gözetimi ve uluslararası iş birliği, insanlığın bu yeni paradigmayı yönetmesinde hayati önem taşımaktadır.
KAYNAKÇA
- Transhümanzim: Ütopya mı Distopya mı ?-Yasin Kuruçay
- Transhümanizm: İnsan Simülakrın Sonu- İbrahim Emre Günay
- Transhümanizm Nedir ? – Giray Kırımoğlu
- İnsanlığın Dönüşümü:Transhümanzim Röportaj https://blog.ilem.org.tr/insanligin-donusumu-transhumanizm/
- Transhümanizm: İnsanlığın Geleceği Tolunay Dündar
- Transhümanizm Nedir? | Transhümanist Felsefe – Ahmet Akkol
- TRANSHÜMANİZM KARŞISINDA HUKUK DEVLETİ İDEALİ- Dr. Halim Alperen ÇITAK
- Transhümanist Savaş Teknolojisi ve Etik Sorunlar-Ahmet Dağ
- Uluslararası Siyasette Büyük Güç Rekabeti : ABD,Çin ve Rusya’nın Politik Ekonomik Stratejileri- Sevgi Sezer
- Transhumanzim Ekseninde Postdijital Kültür ve Sanat -Engin Güney
- ASKERİ GÜÇ VE TEKNOLOJİK DÖNÜŞÜM- Ercan KARAKOÇ, Bahadır YILMAZ
- Posthümanizm ve Çevreci Beşeri Bilimler - Dr. Başak Ağın/Dr. Z. Gizem Yılmaz Karahan https://www.youtube.com/watch?v=ML8I61UP8oE
- ULUSLARARASI YAPAY ZEKÂ, TRANSHÜMANİZM, POSTHÜMANİZM ve DİN SEMPOZYUMU-Ankara Üniversitesi-E Kitap https://ekitap.atauni.edu.tr/index.php/product/uluslararasi-yapay-zeka-transhumanizm-posthumanizm-ve-din-sempozyumu/
- Savaşın Geleceği: Ölümcül Otonom Silah Sistemlerinin Yönetimine İlişkin Ulusal Pozisyonlar-Benjamin Perrin,Masoud Zamani
- Kaçınılmaz Transhümanizm? Ortaya Çıkan Stratejik Teknolojiler İnsanlığın Geleceğini Nasıl Etkileyecek? -Nayef Al-Rodhan
- Siyaset Bilimi Açısından Transhümanizm: Demokrasi ve Yönetim Üzerindeki Riskler-Mehmet Canpolat
- III. Uluslararası Bilişim ve Teknoloji Hukuku https://baunwebapi.balikesir.edu.tr/uploads/1736766320496.pdf
- Biyoteknoloji ve insan hakları: Transhümanizm hukuk alanına nasıl girdi? -Hülya Bilgen
- Etik, Hukuk, Biyoetik: Temel Kavramlar ve Yaklaşımlar- Yeşim Işıl Ulman
- Geleneksel Değerler Üzerinden Bir Transhümanizm Eleştirisi-Hüsnü Aydeniz
- Transhümanizm ve Savaş Çalışmaları :Savaş Alanında Süper Askerlerin Yükselişi -SÖKMEN AŞKIN İNCİ
- ASKERÎ İNSAN GELİŞTİRME TEKNOLOJİLERİ VE ULUSLARARASI İNSANCIL HUKUKUN TEMEL İLKELERİNİN YENİDEN YORUMLANMASI -Berkant Akkuş
- Overhuman and Hegemony in the Context of TransHumanism -Mustafa Eren Akpınar
- YAPAY ZİHİN PROBLEMİNE FELSEFİ BİR BAKIŞ-Gizem Öztürk Dilek
- Dijital Gerçeklik ve İnsan Sonrası Düşünce Bağlamında Facebook Horizon Uygulaması-Servet Can Dönmez,Selver Dikkol
- MICHEL FOUCAULT’DA HÜMANİZM SORUNU-Elif Aydemir
- National Lİbrary of Medicine- Paul Weindling https://pmc.ncbi.nlm.nih.gov/articles/PMC4366572/
- Transhümanist teknolojiler eşitsizliği hem artırma hem de azaltma potansiyeli taşıyor- Halil İbrahim Medet
- Posthümanizm ve Transhümanizm : Ekolojik Kriz ve Felsefe-Oğuz Karayemiş
- Toplumsal cinsiyet eşitsizliğine bir çözüm olarak siberfeminizm-Ayça Nur Dursun
- Modern özgürleşimden etkileşimsel özgürlüğe: 21. yüzyılda özgürlüğü ve failliği yeniden düşünmek-Selen Tunç
- Felsefi ve Politik Açıdan Transhümanizm-Ahmet Dağ https://www.youtube.com/watch?v=dmyjqwCng5M
- “Transhümanizm:” Yeni Bir Küresel Siyasi Akım mı? (Roland Benedikter ve Katja Siepmann)-Talha Derici
- CHRISTOPHER MARLOWE’UN DOKTOR FAUSTUS ADLI ESERİNDE TRANSHÜMANİZM VE GNOSTİSİZM-Ardeniz Özenç
- Transhümanizm- Abou Farman
- Rus Ütopyaları, Transhümanizm ve Silikon Vadisi Büyücüsü-Birgit Menzel
- Çin'de Transhümanizm ne kadar popüler-Quora
- Transhümanizm nedir ve nelerden oluşur-Telefonica
- Gelecek Tekonoloji Akımı- Yeşim Şahin
- Dijitalleşmenin Tranhümanizme Etkisi-Mahir Fatih Ünal
- NIETZSCHE VE TRANSHÜMANİZM BAĞLANTISI ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME-Ahmet Dağ
- Transhümanizmin Politik Duruşu-Truman Chen
- What Transhumanism Means for Our Future-Ben Ramanauskas
- Büyük adaptasyon: Transhümanizm ve siyasetten kaçış-Nicolas Le Devedec
- Transhumanism-Francis Fukuyama
- The Politics and Ethics of Transhumanism: Exploring Implications for the Future in Advanced Capitalism-Alexander Thomas
- TRANSHUMANISM: AN ONTOLOGY OF THE WORLD’S MOST DANGEROUS IDEA Benjamin D. Ross
·
·
Yorumlar
Yorum Gönder